karayazı edebiyat, 22. sayı
şair-editör sevişmesine sonnet
şair-editör sevişmesine sonnet
uyarına getirip öpüyorsunuz beni
W. Shakespeare
-“gökyüzünden mısralar düşüyorken aklına
alıp başını gitmek bir başka memlekete
yakandaki o boşluk dolacaktır daima
aldın şair rozeti yanında da firkete
orda olmalı adın yoğusa tepetaklak
düşeceksin muhakkak umudun buna bağlı
bir şiir daha yaz kendine hayran hortlak
sen de kafileye gir ilerle sollu sağlı”
-“ üçünü önden verdim kaldı borcun dokuzu
sol omzuma otur da dostluk görsün bu rebap
işkembe umut sende ilham gel kuzu kuzu
artık rozetimi tak nicedir halim harap
koç bakışlı editör venüs bacaklı cazu
geldim kasa önüne kudretli haşmetmeap”
mükremin tanır
Eleştirinin Özeleştirisi Mümkün mü?
Türkçe öyküde 80 kuşağının izini kitaplarda ve dönemin önemli dergilerinde sürerken, sosyal ve tarihi koşullara sıkıca bağlı olan eleştiriye ilişkin metinlerin de peşine düştüm. 80 kuşağının öyküleri hakkında yazılmış eleştiri metinlerine gelmeden, belki Tanzimat dönemine kadar uzanmak gerekirdi. Ancak bu dönemler incelendiğinde görülmektedir ki, edebiyat tarihinde yer etmiş tartışmalar eleştirmenler arasında değil, bizzat yorumlanacak metinleri yazanlar arasında geçenlerdir. (Altuğ, F. (2004).Teori ve Eleştiri. Su (Ed.) Modern Türk Edebiyatı ve Eleştirisinin Oluşumunda Edebiyat Tartışmalarının İşlevi (ss179-211). Ankara:Hece) Bu da beni eleştirmenlerin izleğinden ayıracak, tekrar yazarların peşine düşürecekti. Bundan dolayı takibim Cumhuriyet tarihinden, daha da özelleştirirsem, 50 sonrasından başladı. 50 ile 80 arasını incelememin sebebiyse, 80 dönemi eleştirisindeki etkilerini anlamaya çalışmaktır.
Türkçe öykü eleştirisine mercek tutulduğunda “dil eleştirisinin”, yapıt eleştirisinin önüne geçtiği açıkça görülmektedir. Dil eleştirisi, Dil’in kapsayıcılığı düşünüldüğünde pekâlâ yapıt eleştirisini de içerebilir. Ancak dil eleştirisi, anlatım bozukluklarına, yazım yanlışlarına mahkûm bırakıldığında güdük kalmaktadır. (Orhan, Selçuk. Öykünün Güdük Ağacı Erişim Tarihi:29 Ekim 2012 http://selcukorhan.com/123/oykunun-guduk-agaci/) Cumhuriyet edebiyatına dahil olan eleştirinin, “ulusal dil anlayışının yerleşmesi” için çaba göstermiş olması ile bu durum açıklanabilse de, aynı durum Türkçe edebiyatta eleştirinin Edward Said’in işaret ettiği gibi “bir direniş biçimi” olarak değil, sistemin bir dişlisi olarak işlediğini göstermektedir. Türkçe eleştiriye katkı sağlamakla birlikte, Öztürkçeci eleştirinin önde gelen kaleminin Fethi Naci olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Yanı sıra, bir eleştiri kanonundan söz edilecekse, öncülünün yani Nurullah Ataç eleştirisinin ve ardılının da bulunduğu açıktır. 1930’larda başlayan, resmî ideolojinin yerleşmesi adına “dil”in asıl mecrasından koparılarak araçsallaştırılması, ve artık dil adına yapılan eleştirilerin “üslûp” ve de dilin ardında barındırdığı bir “kültür taşıyıcısı” rolü ile ilgili olmayıp, tamamen dilin şekilselliği olan gramatikal yönüne odaklanmış olmasıdır. Kültürel kopuşun yaşandığı bu dönemde, eleştiri daha çok şekilsel kalmaktadır.
Eleştirinin edebiyat öğretmenliğinden ve düzeltmenlikten öte bir değer taşıdığı, öncelikle, Hüseyin Cöntürk’ün metinlerinde fark edilir. Cöntürk, “dil eleştirmeciliği” olarak adlandırdığı gününün eleştirisini eleştirir. Bu eleştiriyi bir indirgeme olarak görerek, “metnin dili beğenmediğimiz bir dilse diğer özellikleri görmezden gelmenin” yanlış olduğunu söyler. (Cöntürk, H. (2006) Çağının Eleştirisi. İstanbul: YKY) Ayrıca, Cöntürk’ün Türkçe edebiyata önemli katkısı, eleştiriye multidisipliner bir perspektiften bakabilmesidir. ‘Deformasyonu Haklı Kılan’ başlıklı yazısında şiir eleştirisini iletişim kuramı üzerinden kurabilmiştir. Bu, Türkçe eleştirinin alışık olmadığı bir durumdur. Said de ‘Eleştirinin Geleceği’ başlıklı metninde, “artık tüm kapılar açık ve disiplinler arasındaki bariyerler, retorik olarak da gerçekten de kalkmış durumda” olduğunu belirtir ve eleştirinin geleceğinin “kültürler, söylemler ve disiplinlerarasındaki trafikte” aranması gerektiğine işaret eder. Burada sorulması gereken soru, dünün eleştirisinin geleceği 80 sonrası eleştiriyse, gramer kontrolünden söylem analizine uzanan bu eleştiri sarkacı hangi alanlarda salınmış, hatta titreşmiştir?
80 sonrası öyküyle ilgili temel eleştirinin, içe kapanma ve bunun getirdiği diyalogsuz ve kapalı anlatımda düğümlendiği söylenebilir. Bu düğüm, Semih Gümüş’ün genel yayın yönetmenliğini yürüttüğü Adam Öykü dergisinde yayınladığı ‘Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor’ yazısından sonra bir kez daha gözler önüne serilmiştir. (Gümüş, S. (2007) Öykü Bahçesi. İstanbul: Can) Yazıda, öykülerin başat özelliğinin “öykü kişilerinin hiç konuşmaması ya da çok az konuşması” olduğu söylenerek, genç öykücü için “başkalarının dünyalarında yaşamaya gönül indirmediği” saptamasında bulunulmuştur. Yazının devamında, “Konuşma cümlelerinden bütün bütüne arındırılmış öykü dünyaları, toplumsal olana da ister istemez sırt çeviriyor. Yazılanı toplumsallaştırma öğelerinden olan konuşma tümceleri yüzünden yazdıklarının toplumsallaşacağından mı korkuyor genç öykücüler?” diye sorulmuştur. Gerekçelendirilmemiş ve örneklendirilmemiş bu soru ve “her yazılanın bir yerlerde mutlaka bir karşılığının olması” gerektiğinin bir diğer soru ile vurgulanması, Türkçe edebiyattaki hakim eleştiri kanonunu hatırlatmaktadır. Burada, Fethi Naci eleştirisindeki yazarların ancak yaşadıklarını yazabilecekleri vurgusu bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. David Birch, bir yazısında, “Dünya, bilim adamlarının ve eleştirmenlerin, dışına çıkıp analiz edebileceği, sonra da tekrar içine girip öğle yemeğine ya da sahile gidebileceği bir nesne değildir.” demektedir. (Birch, D. (2004).Teori ve Eleştiri. Su (Ed.) Heidegger ve Derrida’da ‘Gösterge Olarak Dil’ ve ‘Anlamların Oyunu’ (ss73-85). Ankara:Hece) Fethi Naci eleştirisi içinde Gümüş’ün sorduğu sorular anlaşılır olmakla birlikte, Semih Gümüş’ün aynı çağı paylaştığı genç öykücülerin deneyimine bu kadar uzak sorular sorması tuhaftır. Gümüş’ün sorusuna genç öykücüler de “Sen neden burada değilsin?” sorusuyla karşılık verebilirlerdi. Ancak Türkçe edebiyatta daha önce belirtmiş olduğum gibi, eleştiri bir direniş biçimi değildir, okuru izleyici, hatta cemaat olarak gören bir otorite şeklidir. Belki bundan dolayı öykücülerin ağzının bıçak açmadığından dem vurulan yazıdan sonra gelen yazı genç öykücülerden bir itiraz yazısı olmamış, Roni Marguiles’in Semih Gümüş’ü desteklemek için yazdığı ve “Öykü okumak gibi bir adetim pek olmadığı için, “Öykücülerin ağzını niye bıçak açmıyormuş?”diye merak edip okudum yazıyı.” şeklinde başladığı yazısı yer bulmuştur. (Marguiles, R. (1998). Bıçakların Açmadığı Postmodern Ağızlar. Adam Öykü, 19, 132-133) Ancak Marguiles’in yazısının da hakkını yememek gerekir, yazıda şöyle bir bölüm bulunmaktadır: “Gelişigüzel sözcüklerin sayfada bir resim oluşturacak şekilde dizilmelerinden oluşan öyküler yazan biri çıkarsa hiç şaşmam (belki de çıkmıştır; dedim ya, ben pek dikkatli izlemiyorum öykü dünyasını). Şaşmam çünkü, adı lâzım değil ama, örneğin Tarık Günersel ne güzel şekilli şekilli şiirler yazıyor öyle!” Artık Marguiles’in ileri görüşlülüğü mü, yoksa korktuğu başına mı gelmiş demek daha doğru bilmiyorum ama günümüzde Aykut Ertuğrul ve Ahmet Büke gibi öykücüler görsel unsurları öykülerinde kullanmaktadır.
Terry Eagleton, ‘Edebiyat Olayı’ adlı Türkçe’ye kazandırılan son kitabında temel olarak edebiyatın ne olduğunu sorgulamıştır. Bu sorgulama sırasında sorunun ne kadar çetrefilli olduğunu dile getirirken, “İyi edebiyat eserleri diğer iyi edebiyat eserlerine benzeyenlerdir, onlarla alıştığımız şeyi yapmamıza olanak veren eserlerdir. Edebiyat kanonu, kendini başka bir mahkemeye teslim etmez. Kendini onaylar.” diye yazmıştır. (Eagleton, T. (2012). Edebiyat Olayı (B. Yüce, Çev.) İstanbul: Sel) Eagleton’un sözleri, Türkiye’deki öykü eleştirisi kanonunda da karşılığını bulmaktadır. Fethi Naci’nin “Elini neye değse öykü oluyor.” diye övdüğü Cemil Kavukçu, Adam Öykü’nün 7. sayısında yapılan soruşturmada, “en beğenilen genç öykücü” olarak, o sırada 45 yaşında olmasına rağmen seçilebilmektedir. Gümüş’ün soruşturmanın “öykü edebiyatımızın genç değerlerine dikkat çekmeyi” amaçladığını belirtmesi de ironiktir. Kavukçu’nun geçtiğimiz haftalarda çıkan son kitabı, ‘Aynadaki Zaman’ hakkında Gümüş’ün bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığı “Cemil Kavukçu ne yazsa okunur.” ifadesi Fethi Naci’nin övgüsüne son derece yakın olmakla birlikte, bir yazarın yazacaklarını daha hiç görmeden olumlayarak eleştiriyi sıfır derecesine indirmektedir. Asıl tehlike de tam burada başlamaktadır. Eleştiri bir kanona dönüşüp sınırları iyice belirginleştiğinde, edebiyatta sapma yaratacak yeni yazarlara “hazırlıksız” yakalanmaktadır. Belki Oğuz Atay’ın öyküleri için ölümünden yıllar sonra bile Gümüş’ün şu soruyu soruyor olması bir örnektir:
“Tuhaf, karabasansı, gerçekil bir karşılığının bulunması neredeyse olanaksız bu öykü ne anlatmaktadır?” (Gümüş, S. (1998). Ben Buradayım Sevgili Okuyucum, Sen Neredesin Acaba?. Adam Öykü, 14, 22-25)
Yeni ve özgür bir eleştiri var olmadığı sürece, “Ben buradayım ya da ez li virim sevgili eleştirmen, sen neredesin acaba?” sorusu daima öksüzdür. Semih Gümüş’ün genç öykücülerin üsluplarıyla ilgili 1998 yılında dile getirmiş olduğu itirazına dönersek, bu konunun etraflıca ele alınması bir sonraki yılı bekleyecekti: 80 öncesini ve sonrasında yaşanan “siyasal-toplumsal-kültürel dönüşümü anlamlandırma çabasını” içeren Defter dergisinin 37. sayısını. (Ahıska, M. (1999). ‘Genç Olamayan Gençler’ Üzerine Bir Deneme. Defter, 37, 11-19) Meltem Ahıska’nın ‘Genç Olamayan Gençler’ üzerine yazdığı denemenin başlarında, Şerif Mardin’in gençlerin cumhuriyet tarihi boyunca devrim ve yenilikle ilişkilendirilmesi üzerine söylediği şu cümle yer alıyordu: “1930’larda bir dilek olan şey, 1977’de bir gerçek, ama üstesinden gelinmesi zor bir gerçek haline geldi.” Ahıska, 1980 sonrasında devrimciliğin nasıl tehlike olarak kodlandığını ve ardından da, bunu izleyen eski kuşakların yeni deneyimleri anlamakta zorlanıp, “kendi konumlarını mutlaklaştıran” bir tavırla, gençleri kolaylıkla apolitiklikle suçladıklarını yazıyordu. “Model” dışı bu gençleri anlamaya çalışmamak, aslında “neden öyle yazdıklarını” da anlamaya çalışmamaktı. Ahıska’nın öngörüsünde “tecrübelerin düzlenmesi, çelişkilerin, çatışmaların anlaşılmaz kılınması”, apolitiklikle suçlanan “içine kapalı” gençlerin politikayla ilişkilerini iyice silikleştirecekti. Deneme, Yıldırım Türker’in son derece yerinde “gençlerin kekemeliklerinden” bahseden, sözleriyle bitiyordu. “İnsanın yaşantısıyla bütünleştiremediği deneyimin yani travmanın” bir semptomu olan kekemelik, öykücülerin deneyimlerini anlayabilmek için elverişli bir alan yaratıyor olsa da, bunun kuramsal bağlamda derinleştirilmesi de şiire bırakılacaktı. (Akın, E. (2009). Kekeme Türk Şiiri Ankara:Ebabil)
Son dönemde, şiir üzerine eleştiri metinleri ile öykü üzerine olanlar karşılaştırıldığında aradaki makasın kırılma noktasına geldiği açık. Öykü üzerine yazan eleştirmenler, inceliyorlarsa eğer, inceledikleri öykülerden heyecan duymadıklarını, bundan dolayı derinlikli metinler kaleme alamadıklarını söyleyebilirler. Ancak bir eleştirmenin heyecan duyabilmesi için metnin “cansız bir nesne değil üretici bir özne” olduğunun bilincinde olması gerekir. (Lucy, N. (2003). PostmodernEdebiyat Kuramı (A. Aksoy, Çev.) İstanbul: Ayrıntı) Metnin keskinliğine rağmen gözleri kamaşmadan ya da yaşarmadan tek tek ayırdığı, şeffaf olduğu için herkese görünmeyen zarları mikroskop merceğinin altına koyduğu anda, yani metinle birlikte yeniden öğrenme sürecine girdiğinde, yani kanon dışı bir ses, hatta gürültü çıkardığında tekrar heyecan duyar.
Evet, metin bir soğandır. (Bir kitap kapağı.)
Gülümseyin çekiyorum ya da…
Ayşegül Tözeren (Dünyanın Öyküsü, S. 6)
karayazı edebiyat’ın 20. sayısı hususunda
karayazı edebiyat‘ın 20. sayısının bayilere, abonelere ve tüm illerin il halk kütüphanelerine dağıtımı tamamlanmıştır.
bu sayıda;
yirmi iki deyince orospu: Isahag Uygar Eskiciyan
siyasi kuleden evrak düşüren polisin serencamı: Salim Nacar
günümüz şairinin tipolojisi: Nilüfer Altunkaya
iskambil kağıdı imalatçıları: İ. C. Akimi
dipteki eksik mesafe bilinci: küçük burjuvalar, şiir ve mehmet taner’in dünyası: Ali Galip Yener
yaşamak toplum içindir: Caner Ocak
sistem hayvanları: Osman Erkan
yeni başlayanlar için dr. siyami ersek göğüs kalp damar: Özgür Göreçki
ortaçağ avrupasında dönüşüm: bologna üniversitesi, dante ve sonrası: Şahin Aybay
ah mutluluk: Cem Çelik
bırakınız ölsünler: Karacamurat
haydar abi: Mustafa Burak Sezer
kör adamın baykuşu: Serkan Gezmen
garo: Ersoy Özülkü
hemen ölmeli: Ersun Çıplak
iyi okumalar dileriz.
ABONE OLMAK İÇİN
6 sayı için 40 TL ya da 12 sayı için 80 TL‘yi Ersun Çıplak adına 6194613 nolu posta çeki hesabına yatırmanız ve ardından adresinizi karayazi.editor@gmail.com adresine elektronik postayla bildirmeniz yeterlidir.
karayazı
İKİ AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ
ISSN: 2146-149X
Hazırlayanlar: Cuma Duymaz (505 258 66 95) – Ersun Çıplak (505 255 12 32)
email: karayazi.editor@gmail.com
Yazışma Adresi: Beyazevler Mah. Beyazevler Cad. Pamuk Müzikhol Yanı No: 12 Çukurova/ADANA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Süreyya Filiz Sisli
Yönetim Yeri: Yeni Baraj Mah. 1 Sk. Gülek Plaza Seyhan/ADANA
SATIŞ NOKTALARI
Adana: Kitapsan, Karahan, Alfabe, Sular Büfe
Ankara: Dost, Turhan, Birleşik
Antalya: Kitap Kurdu Sahaf
Balıkesir: Paradigma Kitabevi
Bolu: Biz bize
Burdur: Eylül Kitap/Sahaf
Bursa: Asa Kitabevi
Denizli: Yaprak Kitabevi
Diyarbakır: Kelepir, Avesta
Edirne: Ceren Kitabevi, Bellek Kitabevi
Erzincan: Üniversite Kitabevi
Erzurum: Üniversite Kitabevi
Eskişehir: İnsancıl Kitabevi
Antep: Yaşar Cevizli Kitap Kırtasiye, Özgür Press Basın Yayın Dağıtım
Hatay: Ferda, Yener Kitabevi
İstanbul: Mephisto (Beyoğlu), Simurg, Mephisto (Kadıköy), Beşiktaş İskele, Üsküdar İskele, Ağaç Kitabevi (Fatih), Kitapsan (Cağaloğlu)
İzmir: İletişim, Pan, Kabile, Yakın (Alsancak), Konak
K.Maraş: İşler Kitap Kırtasiye, Seha Kitabevi
Kayseri: Akabe Kitabevi
Kocaeli: Kelepir Kitabevi
Konya: Kitapsan
Malatya: Fidan Kitabevi
Mardin: Gençlik Kitap-Kırtasiye
Mersin: Kitapsan (Silifke Cad.), Kitapsan (Üniversite)
Sakarya: Değişim Kitabevi
Samsun: Ada
Sivas: Vilayet Kitabevi
Van: Star 2000 Kitabevi
Zonguldak: Belediye Kültür Merkezi
Ersun Çıplak, kentleri ve kent algısını anlatıyor!
Birçok şehri düşündüm, ne yazık ki kaderim gereği doğduğum kentten daha uygununu bulamadım kendime. Düşündüm; çünkü kısa süreler haricinde başka bir şehirde yaşamadım. Yalnızca dokuz buçuk ay Değirmendere-Gölcük-İzmit; bir ay Samsun; yirmi gün İstanbul. Kaldığım sürede oralara ait hissedemediğim için Adana dışında başka bir şehirde yaşamadım sayılır.
Evden kolay kolay çıkmam. Mecburen okul ve üniversite… Fırsat buldukça, sahibini sevdiğim (İsmail Karahan) bir kitapçıya giderim (Karahan Kitabevi). Sinemaları, gitme…” Tamamını okumak için tıklayınız…
karayazı edebiyat’ın 19. sayısı hususunda
karayazı edebiyat‘ın 19 sayısının bayilere, abonelere ve tüm illerin il halk kütüphanelerine dağıtımı tamamlanmıştır.
kuran, platon ve şiir: Can H. Türker
öyleyseayrılalım: Özgür Göreçki
ondokuz deyince balık: Isahag Uygar Eskiciyan
feriz’in odası: Feriz Şahin
mein kampf: David Lerner (çev. Mustafa Burak Sezer)
bir ütopyanın peşinde koşan şair/david lerner (dünyayı değiştirmek için şiir): Mustafa Burak Sezer
bin hüzünlü haz ve ‘arzu’: Ayşe Özkan
repliğimi çaldığında başına geleceklere dair: Ersun Çıplak
insan içine girmenin tonu: Şeyma Aydın
günümüz genç şairi: Cihat Duman
istersen freud’u ara: Nazlı Hamurcuoğlu
intarsia: Mehmet Mümtaz Tuzcu
yokluğunda: Ali Yağan
solfej marşı: Murat Çelik
cüce ile bebek: Heinrich Böll (çev. Kâmuran Şipal)
klan ve klon: Ercan Y. Yılmaz
iyi okumalar dileriz.
ABONE OLMAK İÇİN
6 sayı için 30 TL ya da 12 sayı için 60 TL‘yi Ersun Çıplak adına 6194613 nolu posta çeki hesabına yatırmanız ve ardından adresinizi karayazi.editor@gmail.com adresine elektronik postayla bildirmeniz yeterlidir.
karayazı
İKİ AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ
ISSN: 2146-149X
Hazırlayanlar: Cuma Duymaz (505 258 66 95) – Ersun Çıplak (505 255 12 32)
email: karayazi.editor@gmail.com
Yazışma Adresi: Beyazevler Mah. Beyazevler Cad. Pamuk Müzikhol Yanı No: 12 Çukurova/ADANA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Süreyya Filiz Sisli
Yönetim Yeri: Yeni Baraj Mah. 1 Sk. Gülek Plaza Seyhan/ADANA
SATIŞ NOKTALARI
Adana: Kitapsan, Karahan, Alfabe, Sular Büfe
Ankara: Dost, Turhan, Birleşik
Antalya: Kitap Kurdu Sahaf
Balıkesir: Paradigma Kitabevi
Bolu: Biz bize
Burdur: Eylül Kitap/Sahaf
Bursa: Asa Kitabevi
Denizli: Yaprak Kitabevi
Diyarbakır: Kelepir, Avesta
Edirne: Ceren Kitabevi, Bellek Kitabevi
Erzincan: Üniversite Kitabevi
Erzurum: Üniversite Kitabevi
Eskişehir: İnsancıl Kitabevi
Antep: Yaşar Cevizli Kitap Kırtasiye, Özgür Press Basın Yayın Dağıtım
Hatay: Ferda, Yener Kitabevi
İstanbul: Mephisto (Beyoğlu), Simurg, Mephisto (Kadıköy), Beşiktaş İskele, Üsküdar İskele, Ağaç Kitabevi (Fatih), Kitapsan (Cağaloğlu)
İzmir: İletişim, Pan, Kabile, Yakın (Alsancak), Konak
K.Maraş: İşler Kitap Kırtasiye, Seha Kitabevi
Kayseri: Akabe Kitabevi
Kocaeli: Kelepir Kitabevi
Konya: Kitapsan
Malatya: Fidan Kitabevi
Mardin: Gençlik Kitap-Kırtasiye
Mersin: Kitapsan (Silifke Cad.), Kitapsan (Üniversite)
Sakarya: Değişim Kitabevi
Samsun: Ada
Sivas: Vilayet Kitabevi
Van: Star 2000 Kitabevi
Zonguldak: Belediye Kültür Merkezi
karayazı edebiyat; sayı 19
edebiyatın şeyleşmesi : solcu/eylemci okur kaybı üzerine
Edebiyatın magazinleştirilmesi, okurun bir tüketici olarak görülmesi ve edebi ürünün haz verici, mümkünse çoksatar bir nesneye dönüştürülmesi süreci içinden geçerken değişen okur profili hakkında neler söyleyebiliriz? Böyle, kapsamlı okumalara açık bir sorunun yanıtını arayacağımız bu yazıda önce edebiyatın şeyleşmesi meselesine kısaca değinelim.
Estetik bilinçte öteki olan’ın kabulü ve edebi üründe hakikate yabancılaşma konusunda bir şeyler söyleyerek yola çıkalım. Schiller’in temellendirdiği gibi, “[G]üzel görünüşün sanatı gerçeklikle (hakikatle) çelişiyorsa, estetik bilinç de aynı şekilde bir gerçekliğe (hakikate) yabancılaşma içerir – o, bir yabancılaşmış Geist formu’dur- bu, Hegel’in kültürü (bildung) anlama tarzıdır. Estetik bir duruşu benimseme yetisi kültürlenmiş bilincin parçasıdır. Çünkü kültürlenmiş bilinci ayırt eden şu özellikleri estetik bilinçte de buluruz: Evrensel olana yükselme, anlık/dolaysız kabulün ya da reddin tikelliğinden uzaklaşma ya da kendi beklentilerimize veya tercihlerimize tekabül etmeyen şeyi kabullenme.” (Hans-Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem, C.1, çev. H. Arslan-İ. Yavuzcan, Paradigma: 2008, s.116) Yazarın hakikati tam anlamıyla algılayamaması onun işine yabancılaşması (edebiyatın şeyleşmesinin bir parçası bu yabancılaşmayı içerir) sürecinin bir kısmını oluşturur. Bu durumu ve Gadamer’in yukarıda dediği gibi estetik bilincin gelişiminde öteki olan’ın kabulü ile yabancılaşmanın aşılması saptamasını aklımızda tutarak yabancılaşma kavramının politik anlamına geçebiliriz şimdi.
Bilindiği gibi, Marxist okumalara göre yabancılaşma kavramı, materyalist bir dünya görüşüne göre, ürünlerin, üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişki, kurum ve düşüncelerin, yani insanların kendi etkinlikleri yoluyla ortaya koymuş oldukları toplumsal güçlerin insanlara yabancı, onların istemlerinden bağımsız, kendilerini aşan güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüktüğü toplumsal ilintiye verilen addır. (Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, çev. ve der. A. Çalışlar, Altın Kitaplar: 1983, s.445) Konumuz bağlamında şeyleşme kavramını yabancılaşma kavramı ile beraber ele alınabilir. Geç kapitalist dönemde endişe çerçevesinde yapılan bir çözümlemede, şeyleşme kavramı yabancılaşma, nesneleştirme ve meta fetişizmi gibi, Marx’dan alıntıyla “[İ]nsanların kendi aralarındaki belirli toplumsal ilişkilerin şeyler arasındaki bir ilişki gibi fantastik bir biçime [büründüğü]” süreçlere sıkı sıkıya bağlı olarak ele alınmıştır. Bu bakımdan şeyleşme hayali bir nesnelliğin oluşmasını imler; ırkçılık ve cinsiyetçilikle dolaysız ilişkilidir ve “[Ş]ey-lik’in nesnel gerçekliğin ölçütü haline geldiği, başka bir deyişle, ‘verili dünya’nın bu dünyanın hakikati olarak kabul edildiği sürecin kendisidir.” (Timothy Bewes, Şeyleşme, çev. D. Soysal, Metis: 2008, s.24)
“Hayali bir nesnellik” anlamında şeyleşme, totalitarizmin içsel basıncını temsil eden yalnızlıktan soyutlanamaz. Totalitarizm ve onun geç kapitalist toplumlardaki örtülü, içselleştirilmiş, o yokmuş gibi yaşanan biçimleri, insanları yalıtılmış bir yalnızlık içine gömerek yabancılaştırır. (Bewes, s.203) Bewes’in, Hannah Arendt’den aktardığı bu saptama, yabancılaşma-yalnızlık-şeyleşme üçlüsünün insana ve insani üretime (edebi üretim de dahil olmak üzere) nasıl yansıdığını açıklamak bakımından önemlidir. Yalnızlaşma sürecinde okur profili postmodern toplumlarda nasıl bir değişim geçirmiştir ve yazının başlığındaki solcu/eylemci okur tipi bugün neden ortadan kalkmıştır? Bu türden sorular edebiyat-politika ilişkisi üzerinde durarak yanıtı aranabilecek sorulardır.
Mesele şudur: Kültür endüstrisi toplumunda kitabın ölümü, geç kapitalist dönemde enformasyon teknolojilerinin her gün güncellenen basıncı altında, bir fail (eylemci) olarak dünyayı algılamaya ve değiştirmek amacıyla dünyaya/hayata müdahale etmeye hazır/niyetli bir solcu okur tipinin kaybolması.
Tüketim kalıpları ve tüketicinin genel geçer alışkanlıkları ile roman okurunun tercihleri arasındaki bağın önemi üzerinde duran Franco Moretti, tüketim-moda-oyalanma üçlüsüne gösterdiği ilginin hakikatte kapitalizmin romanın yükselişindeki etkisini belirlemeye yönelik olduğunu yazar. Kapitalizm, okur profilinin önce gelişim (artış) sonra dönüşümü yönünde birkaç temel parametreyi hazırlamıştır: Daha büyük bir okur-yazar nüfus, daha fazla tasarruf edilen bir gelir ve bazıları için daha çok vakit bunlar arasındadır. Yine Moretti, Benjamin’in ‘Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı’nın sonunda yer alan “dikkat dağınıklığı halindeki alımlama” ifadesine dikkat çeker. Roman okumanın harika karışımı olarak nitelenebilecek dalıp gitme ve eğlenme hakikatte Benjamin’e göre, “[İ]nsani algı aygıtı’nın karşısındaki görevlerin, yoğunlaşmış dikkatle üstesinden gelinemeyecek kadar ağırlaştığı tarihsel dönüm noktalarında zorunlu hale gelen bir tutumdur.” (F. Moretti, ‘Romanın Tarihi ve Roman Teorisi’, Mesele, S.24, s.39)
Konuya, Türkiye’nin solcu/eylemci okur potansiyeli anlamındaki altın çağı olan 1960-1980 yılları bağlamında bizi ilgilendiren yanı açısından bakarsak, okurun eylemci yanını ve bilinçli seçim yetisi olan kişi profilini kaybetmesi acaba ne anlama gelmektedir? Bu kayıpta, geç kapitalist dönem hayat tarzı ve alışkanlıklarının ve özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra yoğunlaşan genel bir depolitizasyon sürecinin başat etkilerini bulmak mümkündür. Küreselleşme teriminin emperyalizm, sınıf mücadelesi, enternasyonalizm gibi Marxist literatürün temel kavram ve tanımlarının üstünü örttüğü, Rosa Luxemburg’un o harika “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” ifadesini tümden unutturduğu ve tarihsel belleği sıfırlamaya çalıştığı günümüzde Moretti, analizinde bütün suçu teknolojik değişimin ve televizyonun üstüne atmakla yetinir: “Televizyon bütün gün açık bırakıldıkça ve her fırsatla ona göz atıldıkça, okurun bir fail olması mümkün değildir.” (agy, s.39)
Sonuçta okuma teknolojisi değişmiş ve günlük hayatın ritmi okuru boğmuştur. Konuya değinen güncel yazılardan birinde sosyalist okurla ilgili temel saptama, alıntılanarak şöyle dile getirilmiştir: “Régis Debray, New Left Review ’un Türkiye-2007 seçkisinde yayınlanmış olan ‘Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü’ başlıklı ufuk açıcı makalesinde, sıraladıklarının yanına kitabı da dahil ettiği ‘aklın, gazetenin ve siyasal partilerin çağı’nı, 1448’den 1968’e, Gutenberg devriminden televizyonun icadı arasındaki tarihsel döneme yerleştirir: Bu dönemde ‘görüntü yazıya bağımlıdır’; ‘sosyalizm boynunda matbaacı etiketiyle doğmuştur.” (Osman Akınhay, ‘Kitap Yayıncılığının Kederli Sonbaharı’, Mesele, S.24, s.5) Debray, aynı makalede kitabın eylemci okurun hayatından çekilmesiyle, kitap kültürü ve yazılı sözle uzun bir zamandır tanışıklığı olan sosyalizmin retorik gücünün zayıflamasının birbirine koşut giden süreçler olduğunu vurgular. Böylece kitabın ölümü eylemci okurun ölümüne denk düşer.
Türkiye’nin özgül koşullarını, toplumsal belleğin silinmeye çalışıldığı, eylemci okurun ve suç aleti (!) kitabın ortadan kaldırılmasının amaçlandığı askeri darbe dönemlerini, otoriter modernleşmeci tutumun toplumsal devingenlik ve çok kültürlülük karşısında hiçbir çözüm üretememe halini ve ulusçu-kurucu ideolojinin her türden entelektüel üretimin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi salınımını unutmadan edebiyatın şeyleşmesi ve solcu okurun kaybı meselesine eğilmeliyiz. Dış etkenleri suçlamakla yetinmeyelim ve çuvaldızı solcu okura/kendimize de batırmanın gereği üzerinde -tek bir örnekle durumun vahametini açıklamaya çalışarak- duralım. Marxist şair ve eleştirmen Ahmet Oktay’ın ilk baskısı 1986’da yapılan ve referansları, derinlikli çözümlemeleri ile kendi alanında eşsiz bir hazine olan Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı yapıtı, ilk baskıdan ancak 20 yıl sonra yeniden basılıyor ve yine üzerinde hiç durulmuyorsa, solcu/eylemci okurun bu vahim durumdaki ağır sorumluluğu ve marazi kayıtsızlığı da sorgulanmalıdır.
Sonuç olarak, kapitalizmin dayattığı tüketim kalıplarına karşı direnmek, öldüren eğlence (Neil Postman) olan televizyonun okuru ortadan kaldırıcı etkisine karşı koymak, ayakta kalan solcu/eylemci okurları, emek örgütlenmesinde olduğu gibi örgütlemeye çalışmak, kısacası okur olarak kapitalizme direnişi emek mücadelesinin mütevazı bir parçası haline getirmek, etkisini yitirdiği söylenen sosyalist retoriğin ayakta kalmasına destek sağlayacağı için önemsenmelidir.
Ali Galip YENER (karayazı edebiyat, S. 7)
BİRİLERİ AMERİKA’YI HAVAYA UÇURDU: Amiri Baraka (çev. Mustafa Burak Sezer)
(Tüm düşünen insanlar
hem uluslar arası
hem de yerel teröre karşıdır…
Ama biri diğerini
örtmek için kullanılmamalıdır.)
Diyorlar ki o bir terörist, bir
barbar
A Rab’tır,
Afganistan’da
Bizim Amerikalı teröristlerimiz değildi
Klan1 ya da Dazlakların işi değildi
Veya zenci kiliselerini havaya uçuranların
Veya ölüm hücresinde bizleri diriltenlerin
Trent Lott değildi
David Duke, Giuliani
Schundler ya da emekli Helms değildi
Kostümlü belsoğukluğu değildi
Siyahları öldüren
Beyaz çarşaf hastalıkları
Sağduyu ve akıl sağlığını baltalayan
İnsanlığın çoğunu, nasıl isterlerse
Diyorlar ki (kim diyor? Kimmiş söyleyen
Kim onlara ödüyor
Kim yalan söylüyor
Tebdil gezen kim
Köleleri olan kimdi
Kim iç etti paraları
Sömürgelerle midesini dolduranlar kim
Kızılderilileri kim katletti
kim harcadı siyah toplumu
Wall Street’te kimler yaşıyor
İlk Sömürge
Hayalarınızı kim hadım etti
Ananıza tecavüz edenler kim
Kimler linç etti babanızı
Katranı, kuştüylerini kimler aldı
Kibrit kimdeydi, ateşi kimler yaktı
Kim öldürüp kiraladı
Kim diyor onlar Tanrıymış & hâlâ Şeytanın ta kendisiler
En büyük kim
En iyi kim
Kime benziyor İsa
Her şeyi yaratan kim
En akıllı
En muhteşem
En zengin
Kim demiş sen çirkinsin, onlar yakışıklı
Sanatı kim belirliyor
Ve bilimi
Bombaları kip yaptı
Ve silahları
Kimdi Köle alıp, satan
Kim verdi onların adlarını size
Kim demiş Dahmer’in kaçık olmadığını
Kim / Kim / Kim
Puerto Rico’yu kim çaldı
Hint Adalarını, Filipinleri, Manhattan’ı
Avusturalya ve Hebrides’i
Çinlilere afyonu kim kakaladı
Binalar kimin
Para kimin
Seni gülünç bulanlar kim
Seni kim kodese tıktı
Gazeteler kimin
Köle gemileri kimindi
Orduları kim yönetti
Çakma başkan kim
Kim hükümdar
Banker kim
Kim / Kim / Kim
Maden kimin
Kim burktu zihnini
Ekmek kimde
Barışa kimin ihtiyacı var
Sence savaşa ihtiyacı olanlar kim
Kim petrolün sahibi
Kimin yok emeği
Kim toprağın efendisi
Belli ki siyah değil
Çok büyük, kimse ondan büyük değil
Kim bu kentin sahipleri
Hava kimin
Ve su
Kulübeniz kimin
Çalıp, soyan, dolandıran ve öldürenler kim
Yalanı gerçek gösterenler
Kim sizi görgüsüz diye çağıranlar
En büyük evde kim yaşıyor
En büyük suçu kim işliyor
Kimler istediği zaman tatile çıkıyor
Kim öldürdü en çok zenciyi
Kim öldürdü en çok Yahudi’yi
Kim öldürdü en çok İtalyan’ı
Kim öldürdü en çok İrlandalıyı
Kim öldürdü en çok Afrikalıyı
Kim öldürdü en çok Japon’u
Kim öldürdü en çok Latin’i
Kim / Kim / Kim
Okyanus kimin
Uçaklar kimin
Postalar
Televizyon
Radyo
Kim sahip olunduklarının farkında olmayanların sahibi
Kim çakma sahiplerin gerçek efendileri
Varoşlar kimin
Kentleri emenler
Kim yapıyor yasaları
Bush’u kim başkan yaptı
Kim demiş müttefik bayrağı dalgalansın
Kim demokrasiden konuşup sallıyor
KİM / KİM / KİMKİM /
Yeni Ahit’teki Canavar kim
666 kim
Kararı kim veriyor
İsa çarmıha gerilsin diye
Kim asıl taraftaki İblis
Ermeni Soykırımından kimler nemalandı
En büyük terörist kim
İncili kim değiştirdi
En çok insanı kim katletti
En büyük şeytan kim
Kim hayatta kalmak için endişelenmiyor
Koloniler kimin
En çok toprağı kim çaldı
Dünyayı kim yönetiyor
Kim iyilik yaptığını söyleyip kötülük yapanlar
En büyük infazcı kim
Kim / Kim / Kim
Petrol kimin
Daha fazlasını kim istiyor
Kim söyledi sonradan yalan olduğunu fark ettiğiniz düşünceyi size
Kim / Kim / ???
Kim keşfetti Bin Laden’i, belki Şeytanlar
CIA’ye kim ödüyor
Bombanın patlayacağını kim biliyor
Kim biliyor neden teröristlerin Florida’da, San Diego’da
Nasıl uçulacağını öğrendiklerini
Patlamayı neden Beş İsrailli’nin filme çektiğini
Ve zevkten taşaklarını şaklattıklarını kim biliyor
Güneş hiçbir yere gitmezken kimin ihtiyacı var fosil yakıtına
Kredi kartlarını kimler yaptı
Kim alıyor en yüksek vergi muafiyetini
Irkçılığa Hayır Konferansı’ndan
Çekip giden kim
Malcolm’u, Kennedy’i ve kardeşini kim öldürdü
Kim öldürdü Dr King’i, kim böyle bir şey isteyebilir?
Lincoln cinayetiyle de bağlantıları var mı?
Grenada’yı kim istila etti
Ya ırkçılıktan parayı götürenler
Ya İrlanda’yı sömürge diye tutanlar
Ya kim devirdi Şili’yi ve Nikaragua’yı sonra
David Sibeko, Chris Hani, kim öldürdü bunları
Biko’yu, Cabral’ı, Neruda’yı, Allende’yi
Che Guevara’yı, Sandino’yu öldürenler öldürdü
Ya Kabila’yı öldürenler kim, Lumumba’yı, Mondlane’i, Betty Shabazz’ı, Presnes
Margaret’i, Ralph Featherstone’u, Little Bobby’i harcayanlar işte
Mandela’yı, Dhoruba’yı, Geronimo’yu kim kodese tıktı
Assata’yı, Mumia Garvey’i, Dashiell Hammett’i, Alphaeus Hutton’u
Huey Newton, Fred Hampton, MedgarEvers,
Mikey Smith, Walter Rodney, kim öldürdü bunları
Fidel’i zehirlemeye kalkışanlar mı
Vietnamlıları baskı altında tutmaya çalışanlar kim
Lenin’in başı için ödül koyanlar kim
Yahudileri fırınlara koyanlar
Kim bunu yapmak için onlara yardım etti
Kim demiş “Önce Amerika” diye
Ve onaylamış sarı yıldızları
KİM / KİM/
Rosa Luxembourg’ü, Liebneckt’i kim öldürdü
Rosenbergleri
Ve dondurulmuş, işkence edilmiş, suikasta uğramış
Kaybolmuş tüm iyi insanları
Cezayir’den, Libya’dan, Haiti’den
İran’dan, Irak’tan, Suudi Arabistan’dan, Kuveyt’ten
Suriye’den, Mısır’dan, Ürdün’den ve Filistin’den
Zengin olanlar kim
Ya Kongo’da insanların ellerini kesenler
Kim Aids’i icat edenler, Kızılderililerin battaniyelerine
Mikropları yerleştirenler
Kim tasarladı “göz yaşı patikalarını”2
Maine’i havaya uçuranlar kim
Ve İspanyol Amerikan Savaşını başlatanlar
Sharon’u iktidara taşıyanlar
Batista’yı, Hitler’i, Bilbo’yu,
Chiang kay Çek’i destekleyenler kim KİM K İ M /
Kim dedi olumlu ayrımcılık3 kaldırılsın
Kalkınma, Yeni Düzen, Yeni Sınır, Büyük Toplum
Tom Göt Clarence kimin için Çalışıyor
Kolon’un ağzından kim çıkıyor
Condoleeza’nın ne tür bir sürtük olduğunu kim biliyor
Kim ödüyor Connelly’e tahta bir zenci olması için
Kim verdi Dahi Ödülünü aşağı doğru batan insanlara
Nkrumah’ı, Bishop’u kim devirdi
Robeson’u zehirleyen kim
DuBois’i kodese tıkmaya çalışan
Rab Jamil al Amin’e, Rosenberglere, Garvey’e
Scottsboro Çocukları’na, Hollywood Onlusu’na
Kim komplo kurdu
Reichstag’ı kim tutuşturdu
Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanacağını kim biliyordu
İkiz Kulelerde çalışan 4000 İsrailli işçiye
Kim dedi o gün evden çıkmayın diye
Neden Sharon geride durdu ?
Kim, Kim, Kim/
Baykuşun infilakı diyor gazeteler
Şeytani yüz görülebilir Kim KİM Kim KİM
Savaştan para kazanan kim
Korku ve yalanlardan nemalananlar
Böyle dünyayı kim ister
Kim dünyanın emperyalizmle, ulusal baskıyla ve terörle
Şiddetle, açlıkla ve yoksullukla yönetilmesini ister.
Cehennemin hükümdarı kim?
En güçlü kim
Sizce kim görmüş tanrıyı
Sadece?
Ama herkes görmüştür
Şeytanı
Bir Baykuşun patlaması gibi
Hayatında beyninde nefsinde
İblisi tanıyan bir Baykuş gibi
Tüm gece, dinlersen bütün gün, bir Baykuş gibi
yangında patlayan. Berbat bir alevde
çılgın bir köpeğin ıslığı gibi
Soruların yükseldiğini duyuyoruz
Cehennem ateşinin asit kusmuğu gibi
Kim ve Kim ve KİM (+) kim kim ^
Kiiiimm ve Kiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim
Amiri Baraka
1- Beyaz Güney Amerikalıların gizli bir cemaati, 19. Yüzyılda kölelere verilen eşit haklara karşı durmak için kuruldu; siyah insanları baskı altına almak için terörist taktikler kullandılar.
2- “Trail of Tears” ya da Cherokee dilinde (“Nunna daul Tsuny“). Yerlilerin üzerinde ağladığı patika. 1830’larda Amerikan başkanı Jackson’un “Kızılderililerin Ortadan Kaldırılması Yasası”nı onaylamasıyla başlayan yerinden ve yurdundan edilme projesi, ve soykırımlar. Yurdundan sürülen yerlilerin yaşamak için çıktığı ve binlercesinin öldüğü yolculuğun ismidir.
3- (affirmative action) geçmişte kadınlara ve azınlıklara karşı yapılan ayrıcalığı, ekonomik ve eğitim fırsatlarını yükselterek telafi etmek için tasarlanmış siyasi yöntem.
Manifestolar Hep Yanı Başımda Oldu
Çevremizdeki bir imgeye anlam verecek kavrayış mekanizmalarını geliştirmeden çok önce, onun yüzeydeki davranış biçimleri tarafından cezbedilmemiz söz konusudur. [i] Çevremizdeki imgeler bizi içine çeker, gördüklerimizden görülemeyene doğru çekiliriz. Kekeleyen veya gözlerini fazla kırpıştıran bir modeli gözlemlerken dudak hareketleri yapar veya göz kırpışlarımızı artırırız. Darian Leader’ın, Lacan’dan yararlanarak yaptığı bu akıl yürütme için verdiği bir örnek de var: 1932’de yapılan bir araştırmada bir bölgede yaşayan seksen bin kadar kuşun midesi açılmış. Bulundukları doğal ortamın renklerini alarak çevreyi çok iyi taklit eden böceklerin, bunu yapamayan böceklerden hiç de daha az sayıda avlanmadığı görülmüş. Yani üzerinde durduğu dalın rengini alan bir çekirgeye, bu özelliğin hiçbir korunma sağlamadığı gözlemlenmiş.
Çevreyi taklit, bir korunma stratejisi değilse nedir? Konu insan olduğunda Lacan, ayna sayesinde insanın kusurlu bir varlık olan kendini, çevrenin kusursuz bir parçası olarak görmek zorunda kaldığını ve böylece kendi bütünsel-kusursuz imgesine doğru çekildiğini belirtir. Bütün yapıp etmelerimiz bir ucundan bütünleşmekle (integrity) ilgilidir.
Elbette, bu durum sanatı da çok yakından ilgilendiriyor: İnsani deneyimimizi bütünleştirmek için şiir yazıyor değiliz belki, ama sanat dâhil her türlü yapıp etmelerimizin bütünlük duygusuyla ilgili bir tarafı vardır. Kendisine bütünlüklü bir öykü yaratmak için didinen insan, tarihine, coğrafyasına benzemekten geri duramayınca, yapıp ettiği her şey, bütün insani deneyimi bir “bağlamda” mümkün ve anlamlı hale gelir. Sanat eserinin bağlamı, esere katılır, eserle ilişkiye girer ve eseri bir türlü ya da öbür türlü anlamlandırmamıza yol açar.
Anlamak için taklit ederiz. “Anlam” dediğimiz şey, ancak bir ilişki içinde, bir bağlamda var olabilir. Bir eserle o eserin kendini içinde bulduğu yer arasındaki ilişki, örneğin “çocuk ressam olup olamayacağı” tartışmasında belirginleşir. Bağlamın sanatın muhtevasına “karıştığı”, sanatı nasıl yaşadığımızla ilgili olduğu bir aralık var. Örneğin, bir resmi Louvre Müzesinde bir duvarda mı, yoksa Dolmabahçe Sarayının duvarlarında mı gördüğümüzün o resmi nasıl anlamlandırdığımızla yakın bir ilgisi var. [ii]
Çok fazla bu eser ve bağlam (ve bu arada üçgeni tamamlamak için “babanın adı” veya “eserin adı”) metafiziğine girmeden devam etmeden önce birkaç saptama yapmam gerek: Elbette ki sanat eseri işgal ettiği yer demek değildir ve elbette ki “bağlamı göz ardı edemezsiniz” derken “konjonktür her şeydir” demek istemiyorum. [iii] Bir eserin bir yeri işgal etmeye değip değmeyeceği konusunda tüm toplumun bir anlaşmaya varması hiçbir zaman mümkün olmadı. [iv]
Genel olarak, manifestolar iki şiir arasındaki boşlukları doldurur, şiirin üzerine asıldığı duvarı, dışarıdaki bağlamı, zemini belirtir, şiire bir çerçeve sunar. Manifesto kelimesinin anlamı, duyurucunun niyetlerin, dürtülerin veya görüşlerini duyurmak için yapılan yazılı açıklama. Şiirin kendisi bir manifestodan başka nedir ki? İlk insanın çıkarttığı ilk sesin içerdiği ilk kelimelerin anlamı şuydu: İşte Geldik! Bu kendi başına bile bir şiirdi; sadece“kendi”nin bir manifestasyonu değil, bu bir devrimin kendini dünyaya bildirmesiydi. Her şeyin tekdüzeleşmesine karşı basitçe “ben buyum” diyen bir manifesto bazen kişisel bir radikal devrim demekti.
Birlikte işleyerek sanat eserinin anlamamıza yardımcı olan bağlamı veya uzamı “etkilemek” adına sanatçının yapabileceği nedir ve ne kadardır? Çok az! Sanatçının dünyada kapladığı yerden, eserin dünyada kapladığı yere doğru bir “anlam” aktarımı olacaksa, bu aktarım, çok sınırlı bir kanalda, çok acele bir çerçeve içinde, ancak ve ancak periyodik yayınlarda yayınlanan manifestolar ve bazı özel eleştiri/inceleme yazıları şeklinde gerçekleşebilir. Dergilerin kara, resimsiz sayfaları, bağlamı yaratmak için değil belki, ama etkilemek içindir. Aslına bakarsanız tüm tartışma, neyi tartışıyor olmamız gerektiği üzerine; dergiler de bunun için vardır: Gündemin ne olması gerektiği tartışması.
Daha önce de bir yerde yazdığım gibi kimsenin herhangi bir kredi vermeden, mirasını har vurup harman savurduğu hırçın dergi Edebiyat Dostları’nda bir kural vardı: Bir şairin bir şiirini basmadan önce kendisinden bir “edebiyat yazısı” isteniyordu. Şimdi düşününce, bu kuralın yukarıda çizdiğim çerçeve içinde bir sonuç elde etmek için olduğunu anlıyorum: Çağına benzemek şairi korumadığı gibi, ortama uymak, çevre adamı olmak, ortalama kanaatlerle yetinmek de şairi koruyan davranışlar değildir. Her şair şiirini hangi bağlam içinde okuyacağımızı bize öğretmek için elinden geleni yapmakla işe başlamalı.
Bitmeyen 1980 darbesinden zulüm görmüş olmanın rahat haklılığına yaslanarak o günlerde pervasızca vurdumduymaz olabilen edebi çevreye karşı korunmak için daha çok içine kapanan ve bu nedenle ahlaki bütünlük duygusunu epey abartarak püritenliğin kapılarına dayanan Edebiyat Dostları yazarları arasında taze ürünlerini vermiş ve bu derginin temsil ettiği anarşist tavır için hissettikleri tutkulu inançla aynı edebi çevreye karşı şiddetli eleştirilerde bulundukları için edebiyata girmeden çıkmış olan genç dergi şairlerinin, Cağaloğlu’ndaki dergi kapısını çaldıkları andan itibaren edindikleri bu tür bir ahlak vardı. Beni yetiştiren Türk Edebiyatı buydu: Öfkelidir ama nezihtir.
İşte bu Türk Edebiyat dünyasının sıradan bir neferi olarak manifestolar hep yanı başımda oldu; yastığımın altında veya yanında, yeni ayakkabılar gibi, aklıma geldikçe heyecanlandıran. Manifestolarla uzun süreli kişisel bir ilişkim oldu: Nerede bulduysam yoğun bir ilgiyle okudum, birçoğu karşısında kalakaldım, bir kaçına karşı çıktım, bir kaçına yürekten inandım, üç beşini kaleme aldım, birkaç tanesine çok güldüm, çoğunu aklımın bir köşesinde biriktirmek istedim, ama biriktirebildim mi emin değilim.
Bugüne kadar özellikle ilgilendirmiş olan manifestolar var: Edebiyat Dostları’nın çıkış bildirisinin başlığı bile aslında her şeyi anlatıyordu: “Sanat Çatışmadır, Birleştirir.” Hüsamettin Çetinkaya’nın Akif Kurtuluş şiiri hakkındaki incelemesi: “Olumsuz Şiir”. Beyaz Manto’da yayınlanan, yazılmasına katıldığım iki manifesto: “İktidar: Huzur Verir!” ve “İnsan Haklarına Alternatif: Kişi Hakları”. Turgut Uyar tarafından kaleme alınan “Efendimiz Acemilik” ve “Şiir Çıkmazdadır”. Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman”ı. Edip Cansever’in “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire”si. Tarafımdan yazılan “Bir Erdem Olarak Kekeme Büyük Türk Şiiri”. Bunlar benim için hayati bildirilerdir, köşe taşlarıdır. Hepsi de şehvetle yazılmış, hatta kendilerini yazdırmışlardır. Yazarlarını kaleme almış yazılar oldukları iddia edilebilir. Yol açmak için vardırlar. Bunu başarırılar veya başarmazlar ama varlık nedenleri budur.
1980 sonlarında Broy Dergisi yazarları tarafından, 1970’lere dair naif bir solculuk alfabesiyle ve öğretmence bir tavır ve geride kalmış bir tarihsel döneme dair yüklü bir nostaljiyle kaleme alınmış olan ve o zamanlar çok ciddiye alınmayan “Yeni Bütün Manifestosu”nun bile can yaka yaka yazıldığı her halinden belliydi. İsmi bile parçalanmaya (işkenceye?) karşı bir direnme çağrısı taşıyordu.
Bu kısa yazıda sadece manifestolardan değil, bir sanat eserinin bağlamını oluşturan şeylerden söz ediyorum. Bu tür yazıların teorikleştirilemeyen bir tarafı vardır (contingent); yazının yaşama en yakın olduğu bir aralıkta yer alırlar; bu anlamda, kulağa biraz sert bir yankı bıraksa da “kanla imzalanırlar” dense yeridir.
Adı manifesto olsun veya olmasın, kendini tutkuyla yazdırmış her metin, can acısı, tutkusu kadar gençtir. [v] Manifestoların sonucu bazen edebi çevreler ortaya çıkabilir; genellikle olmaz ama olabilir, ancak yakın zamana kadar Türk Edebiyatı sırf bir çevre veya bir isim (!) oluştursun diye koltuğun arkasına yaslanarak yazılmış, serin (cool) manifestolara alışık değildi, bunları da gördük.
Oysa aynı geriye yaslanmış duruş içinde, sık sık “şiir okunmuyor”, “şiir kitapları satmıyor” diye yakınsak da, şiiri hâlâ kaybetmedik ve kaybetmeye de henüz hiç hazır değiliz. Sıkça anılan bir Adorno deyişi vardır: Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz, demiştir. Bugüne kadar fazla yorumlanması nedeniyle artık neredeyse klişeleşmiş olan bu sözün, hangi bağlamda söylendiğine, ne anlama geldiğine, vb. hiç girmeden bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bu söz neden yürek hoplatıyor? Tekrar: Şiiri kaybetmeye hiç hazır değiliz, hiç şiir içermeyen bir hayatı hâlâ kimse düşünemiyor.
Şiir işlevini (her neyse o işlev) hâlâ tüketmedi. Adorno’nun söylediği sözün arkasında, şiire dair, şiirin dünyadaki yerine dair müthiş bir inancın yer aldığı hissedilmiyor mu? İşte ancak, bu tür bir tutkuyla yazılabilirdi ve yazıldı 2. Dünya Savaşı sonrasında şiir: Somut Şiir, Beat Şiiri, İkinci Yeni, Gizdöküm Şiiri, Şamar Şiiri, vb. Bu inançla yazılan her şiir, zaten kendi başına bir manifestoydu.
Ama: Şiirinizin saçları dökülmeye başlamışsa, yani o güne kadar sizin için çizilmiş (veya sizin, sizin için çizilmesine ses çıkartmadığınız) çerçeveden hoşnut değilseniz, bunu geç bir yaşta yapmak zorunda kalabilirsiniz. Bu durumda düzeltilmesi gereken çok fazla sayıda yanlışın bir etiketle alnınıza yapıştırılmış olması olasılığı yüksektir. Siz bunu yapmaktan kaçsanız da, bu sizin adınıza yapılacaktır. Örneğin uyuşturucu, eşcinsellik ve anarşizm üçgeninde, bulanık tanımlamalarla yetiniyor bir şair veya “müslüman şair”, “solcu şair”, “kürt şair” veya “deneyci şair” bağlamında ele alınmakla idare ediyor olabilirsiniz. Bu çok genel geçer tanımlar, eninde sonunda bir gün dar gelecek gömlekler gibidir. Çok geç olduktan sonra yaşlı bir sesle yapmak zorunda kalacağınız düzeltmeler, büyük olasılıkla tüm şiirinizin geriye dönük bir okumasıyla sonuçlanmayacaktır.
Şimdi bu, oturup herkes sadece kendi şiirlerinden bahsetsin gibi bir şey değil elbette, ama kendine anlamlı bir tarih (isteyen buna poetika da diyebilir) yaratmak bir vazife değilse de her şairin hakkıdır. Ortalık kendilerini savunurken ölen şiirlerden geçilmiyor, bazılarını anlamaya yönelik daha fazla malzemeye sahip olmak hayatı daha ilginçleştirebilir miydi?
[i] Darian Leader, Mona Lisa Kaçırıldı, Ayrıntı Yayınları, 2004, s.30-33.
[ii] Şiirin hangi dergide sunulduğu, o dergide hangi şiirin sunulduğu, o dergide başka hangi şiirlerle birlikte yer aldığı, derginin neresinde nasıl sunulduğu bazen şiirin içinde ne olduğu kadar önemlidir. Burada editörlerin şiir seçiciliklerinin ve masa üstü yayıncılık (dizgi, sayfaya bir resim olarak bakabilme, vb.) yeteneklerinin edebi bir önem kazanmaya başladığı ince bir çizgi vardır. Bir sayfada birden çok şiir basan dergilerde de bir şiirin sadece içeriğine indirgendiğine, sunumunun özensizliğinin o şiirleri çoğu zaman azalttığına sık şahit oldum.
[iii] Şiir yazmak ile şiir üzerine yazmak arasında bir rekabet ilişkisi gören Burak Acar’ın sözlerinde bir doğruluk payı olabilir, ama yapmak istediği düzeltme tartışmanın ana rotasını etkilemiyor. Netice olarak kendisini şiir üzerine söz almak zorunda hissetmiş bir kimse, kendi önermesinin önemini önemsizleştirmeden “şiir yazmak, şiir üzerine yazmaktan daha mühim bir mesele” önermesini ileri süremez. Elinde kalem önünde kağıt “şimdi şiir mi yazsam, yoksa şiir üzerine mi yazsam” diye, zamanını neye ayıracağını bilemeyen bir tür şair (!) de vardır eminim, ama ben ondan söz etmiyorum. “Yazmazsa insanı öldürecek şeyler yazan”lar içinse şiir yazmanın ve şiir üzerine yazmanın yeri ve zamanı zaten ayrı olsa gerek. Burak Acar, Şiir Üzerine Üzerine, Mahfil, 11 Temmuz 2008, S. 26.
[iv] Darian Leader, agy, s.19, 34, 69, 77, 78, 87, 119, 166.
[v] Uzun zamandır “genç” olarak nitelendirilmiyorum. Ben de “genç şair” nitelemesine bozulurdum gençken. Ama şimdi yeniden düşünüyorum da, genç şair şu mu demekti acaba: Hâlâ kendinden bir manifesto bekleyebileceğimiz şair? Öte yandan, 40 yaşın da şair için bir önemi vardır, “akıl yaşı” da derler. Aslında acaba manifesto yazabilme yeteneğinin kaybedildiği ya da bundan vazgeçildiği yaş mıdır? Bu sayıları belki nüfus cüzdanındaki rakamlar olarak düşünmemek lazım; tavır ve davranışları 50’yi çoktan devirmiş 20’li, 30’lu yaşlarda birçok “genç olmayan şair” var.
Enis Akın (Karayazı Edebiyat, S. 3)
‘genç bir bayan şaire mektup’ Rainer Marie Rilke (çev. Kamuran Şipal)
Rilke Rainer Maria, 4 Aralık 1875 Prag, 29 Aralık Val-Mont (İsviçre)
‘Genç bir bayan şaire mektup’*
Mayısta
Henüz mayıs ayındayız, ama çoktan başladı yakmaya
Güneş.
Yabanarılarının vızıltısı ve yanı başımda çimenler üzerinde
Susamış köpeğim
Mor başçıklarıyla sarmaşığın
Bükülmüş boynu
Can atıyor dinlenmeye. Ben de.–
İlk okuduğumdan bu yana sık sık aklıma gelen bu şiiri tek başına size yollamayı ne çok isterdim bilseniz. Değeri konusunda bir yargı anlamına da gelirdi bu. Hatta belki de aşağıdaki satırlarda açığa vurulan düşüncelerin ötesinde bir yargı; öyle ya, tartılara vurulup seçilmiş sözcüklerin tümü de dizelerden uzaklaşıp güç bela kendi yolculuklarından söz etmeye başlar.
Sizin bu şiirlerin taşıdıkları anlam konusunda bir şey diyebilmek için, önce şiirin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Bu konuda da ilkin şunu söyleyebiliriz: Şiirler düşüncelerin değil, şükran duygularının dışa vurumudur. Anlamlardan değil, özlemlerden kalkarak yola koyulur şiir, dağları ve ağaçları, evleri ve sürüleri betimlemekle kendini gerçekleştirebilmesi düşünülemez. Asla gülünmemiş bir gülüştür şiir, iyice açılmış gözlerle ağlanamamış bir ağıttır. Ya da bir tehlikedir anlamı kavranamamış, ya da bir meyve olgunlaşmadan kalmış. Bir ovayı anımsamadır ya da anımsama bir tarihte görülmüş bir düşü, bir kuleyi ya da çocukken bir yerde karşılaşılmış. Bir sevgidir şiir, bir kimsenin bulunup da armağan edilemediği, yitirilmiş bir sevgi ya da karanlık bir kalbin içine düşürülmüş elden. Bir inançtır ya da içinde kuşkuların yeşermeye başladığı, bir kuşkudur belli bir eylemi gerçekleştirecek güce kavuşmuş ya da bir güç ergin duruma gelmiş, öyleyken yaşamda ne üne ne huzura kavuşamamış bir türlü.
Ve buna benzer daha pek çok ya da…
Bir kez buraya kadar söylenenlerden ortaya çıkan bir gerçek var: Şiirlerin kendilerinde gözlerini hayata açacağı insanlar, başkalarıyla düşüp kalkarken sergiledikleri alışılagelmiş davranışların yanında ve arkasında ifşa edilmemiş duygulardan bir hazineyi ellerinde bulunduran kişiler, duyguların alabildiğine yalnız yaşamları içinden mutlu bir avarelikle, görkemli ve yabancı, yürüyüp gittiği kişilerdir ancak. Şiirler, kimsenin kendilerinden merhamet dilemediği Tanrılara benzer, kaygı ve tasadan uzak ve bahtiyar. Ama derken sabırsızlık gün ışığına çıkmaya çağırır onları, bütün güzellikleriyle parıldayıp duran cennet mekânlarını bırakıp, rastgele kasvetli bir yalnızlıktan içeri ayak atmaları için kendilerine yalvarıp yakarır bu sabırsızlık… ve şiirler çıkıp geldikleri yeni mekânın eşiğinde çıplaklıklarından utanıp sıkılır, diyelim bir kır manzarasıyla örtünmek ister bu prensler ya da mimiklerini bir mask gibi belli bir yaşantının arkasında saklı tutmaya çalışırlar. Olaylar ve imgeler arkasında gizlenerek, saygılı, saf ve temiz kişilerce ele geçirilmelerine izin verirler, ama derinlikten uzak kişilere yabancı, yaşam içinde yer alırlar.
Dolayısıyla iki şey gerekmektedir şiir için: Günlük yaşamla düş yaşamının bütün duygularından ayrı derinlikli duygulara sahip olmak. Öyle duygular ki, büyük dolaşım içinde yer almazlar, sanki o sersem, o sağır kalp çevresinde değil de daha albenili bir güneşin çevresinde dönüp dolanır, yörüngeler çizerler kendilerine…
Sizin şiirler böyle duygular içeriyor mu üstü kapalı?
Evet.
Peki bu şiirleri yazan bir şair midir?
Bu sorun böyle basit bir yoldan çözüme kavuşturulamaz. Bir şairdir belki bu kişi… ancak gençtir henüz.
Çünkü genç ve duyarlı insanların bir süre şairlere benzedikleri görülür. Bu kişiler ele verilmemiş, kendi mahremiyetleri içinde taht kurmuş oturan duygulardan bir hazineyi içlerinde barındırır ve söz konusu duygular seyrek olarak kendi kendilerine yönelttikleri yakarışları ve kendi koydukları buyrukları kuşanarak bir geçit resmine çıkarlar.
Ne var ki, genç insanlar bu duyguları günlük yaşamlarının dışında tutar ve onlarla temasa gelmemeye çalışırlar, bunun da nedeni, özgürlükten uzak yaşamlarının o dar kapsamlı dış mekânında bu duyguların ancak birazından yararlanabilmeleridir.
Kısaca genç şairlerde biriktirilmiş duygulardır bunlar, bolluktan değil, harcama olanaksızlığıyla başvurulmuş bir tutumluluktan kaynaklanırlar; bir mahkûmun ceza evinde işe yaramayan parasını boş yere biriktirmesi gibidir tıpkı. İleride bu gençler eğitimlerini ve dar yaşamlarını geride bırakıp, antreden geçerek hayatın geniş salonlarına ayak attılar mı, ellerinde ve avuçlarındakini geride hiçbir şey kalmayıncaya kadar harcayıp tüketirler. Başkalarıyla özgürlük içinde ve yoğun olarak düşüp kalkmaları sonucu elden çıkarırlar kendilerini, içlerinde barındırabildikleri tedavülde geçerli altın paralar suyunu çeker, yalnızca dar bir alana sıkışmış, dizgine vurulmuş, kasvetli gençliklerinden oluşan şairliklerini böylece yele verirler. Bundan böyle harcayıp tüketmedikleri bir gülüş, acılardan soyutlanmamış bir ağıt kalmaz geride. İçlerinde bekleyen her yankıya karşılık bir ses yükselir dışarıda ve sevecenlik ve öfkelerini, iyilik ve kötülüklerini dışarıdaki birtakım olaylar, fırsatlar, yorulmak bilmeyen kovaların bir kuyudaki suyu tükettiği gibi tüketir. Ama bu genç şairler çok derinlikli kimseler olabilir, yeter ki içlerindeki kuyular derin olsun. Bunlar tastamam kendi zamanları içinde yaşayabilir; ama başkalarında, en değerli şeylerinin davranışlarla, eylemlerle kendini açığa vurmadığı o az sayıdaki kişilerde rastlanan gizemsellik çıkıp gider ellerinden.
Şair olarak kendilerini el üstünde tuttuğumuz pek çok kişi biliyorum, “gerçek anlamda genç” idiler. Sonradan talihin yüzlerine güldüğünü görünce, kendilerini olduğu gibi hayatın eline teslim ettiler. Büyüklenmelerinin ayartısıyla şairliklerini de unutamayıp, yaşamın kıyısında köşesinde sürdürmeye çalışanlar da görüldü aralarında, ortaya koydukları uydurma eserlerle kendi kendilerini yadsıdılar ya da sabırsızlıklarından yolu şaşırıp karanlık bir ölümde aldılar soluğu…
Buradan çıkan sonuç şu: günümüzde bazı aydın kişiler ellerindeki avuçlarındakini rengârenk günlük yaşama buyur etmekte, yeter ki yaşam da kendilerine azımsanmayacak kadar bir şey sunsun karşılığında, kendilerini mutlu hissetmemek için ortada bir neden görmemektedirler. Yarını içlerinde taşıyan ve yaşadıkları dünyada onu yerleştirecek bir yer arayıp da bulamayan bazıları da, bir geleceği yaşamakta, dile getirdikleri ezgi bolluğu karşısında içleri titremektedir.
Ve bir üçüncü gurup da vardır ki, yarını ve bugünü bir ağırlık gibi duyumsar kendisinde, bunlardan ne yararlanabilir ne de bunları seslendirebilir. El sürülmeden kalan bugün, zamanla geçmişe dönüşür içlerinde, kendilerini ihtiyarlatıp yoksullaştırır; suskunluk içindeki yarın ise mahzun bir Tanrı gibi bastırır üzerlerine, elinden kurtuluş olmayan bu Tanrının korkusunu ödlek ödlek yaşayarak sonunda yıkılıp giderler.
Ama bu insanlardan söz etmek değildi niyetim, bizim konuda onların yeri yok çünkü.
Yollanan şiirler öyle birinden çıkıp geliyor ki, kendini ileride bir güzel armağan edecektir bu kişi.
Bunun için şiirleri mi seçecek, yoksa yaşamı mı, kim bilebilir bunu? Dile getirdiği o ince duygular bolluktan mı kaynaklanıyor, yoksa zorunlu başvurulmuş tasarruflar mıdır, kim bunu kestirebilir? İlerideki özgür alışveriş sürecinde harcanacak sikkelere mi dönüşecektir bu duygular, yoksa mihrapların çevresine asılacak ve serin mahzenlerdeki karanlık sandıkları ışıklandıracak mücevherlere mi?
İster zincire vurulmuşluktan olsun, ister özgürlükten, henüz şairdir söz konusu kişi. Bugün mahrem itiraflarını şık ve parlak giysiler içinde, suskun maskların ve hızlı kılıçların gerisinde okuyuculara armağan etmeyi düşünebilir henüz. Daha önce, şiir yazacaklar için iki şeyin gerekliliğini belirtmiştim, bunlardan birincisi de derinlikli duygulara sahip olmaktı; ikincisine gelince, derinlikli duygular için gerçek ve soylu giysilerle silahları ele geçirmeye çalışmaktır. Genç bir şairde bu derinlikli duygular gözlerini açacak oldu mu, yapılacak şey, onların üzerine oturacağı sütunları dikmek, içlerinde rüzgârlar gibi barınacakları ağaçları yetiştirmektir.
Çünkü her duygu, belli bir giysi içinde görkemli bir görünüm sergilemeyi özler. Şair itiraflarının her birinin içinde en güzel bir şekilde yürüyeceği, içinde nefis bir meyve gibi açılıp, kabuğunu kendisinden itip uzaklaştıracağı, ama yine de kabuğu içinde örtülü ve gizli kalarak, şaşkın şaşkın kendisine izleyenler arasında dolaşırken tanınmazlığını koruyacağı giysiyi ele geçirmek, bu da işte şairin üstesinden gelmesi gereken ikinci ve birincisinden zor bir hünerdir.
Bu hünerin de yine ancak küçük bir bölümünden fazlası öğrenilemez.
Bakıp görmemizi geliştirebilir, dolayısıyla bilgimizi daha üst bir düzeye çıkarabiliriz. Öyle davranmalıyız ki, bakışlarımızın bir belirsizlik ve vakitsiz bir yorgunlukla üzerinden şöylece geçip gidişinden dolayı bizimle nesneler arasında bir uçurum oluşmasın, her şeye gözlerimizle dokunalım, her şeyi sevip okşayalım ve öksüz nesnelerin gönlünü bilinçli bir sevecenlikle kazanalım; böyle davrandık mı, çevremizi sarıp kuşatan her şeyde yalnızca sevinçlerimizi, korkularımızı dile getirmek için gereksindiğimiz giysilerin en şahanelerini ele geçirmekle kalmayacak, kendimizi bir ülkede, aydınlıklar ortasında alabildiğine bir mutluluk içinde bulacak, nesnelerin bir çaresizlik içinde ve usulcacık açığa vurduğu isteği de yerine getirerek, onları özgürlüklerine kavuşturacağız.
Ağır bir tempoyla gerçekleşen ruh göçünde bilindi bilineli şairlerin düşünceleri nesneler üzerinden geçip gitmiş, nesnelerden her biri de şairlerin onlar için belirlediği binlerce değişik anlamı üstlenmek zorunda kalmış, uzun zaman gerçek olmaktan uzak simgeler altında acı çekmiştir. Ama yeter ki bizler sabırlı davranıp nesnelerle aramızda daha yakın bir akrabalık kurmaya ve onları kendi varlıklarından yola koyularak daha iyi anlamaya çalışalım, içerdikleri gerçeğe daha yakın anlamları ele geçirebilir ve kendilerinde barındırdıkları olanakları daha doğru saptayabiliriz. Bu da gün gelip bir şaire, her nesneyi ilk anlamı’ndan yola koyularak kurtuluşa kavuşturmanın elinden çıkıp gideli hayli zaman olmuş ruhunu kendisine yeniden kazandırmanın yolunu açacaktır.
Şairlerle nesnelerin birbirini karşılıklı tamamladığı, birinin öbürüne gizlice yardım elini uzattığı, öbüründen de yardım gördüğü duygusu, dışımızdaki olaylar karşısında kapıldığımız yadırgamayı ve ürkekliği ortadan kaldırmaya elvermeyecek midir? Çevremizle ilişkimizin tehlikelerden arınmasını, yalnızlığımızı yüceltip kapsamı daha geniş bir toplumsallık içine yerleştirilmesini sağlamayacak mıdır? İçimizde uyanacak yüzlerce yeni ilişki ve sevecenlik, günümüzü ağzına kadar ödevlerle doldurmayacak mıdır o zaman?
Öte yandan, böyle bir durumda günlük hayatın o dar görüşlü amaçları uğrunda sürdürdüğümüz bir yaşamdakinden daha değerli, daha yüce bir nefret ve sertlik duygusunu öğrenmiş olmayacak mıyız o zaman? Yani incinmişliklerimizi, yaralanmışlıklarımızı ödlekçe saklayıp gizlemeyen, daha dayanıklı kişilere dönüştürmeyecek midir bu bizi. Ve ansızın bir sızı bir saban gibi, daha önce varlığımızın işlenmeden öylece bırakılmış, kösnül, kuyulardan uzak bir parçası üzerinden geçip gitmeyecek midir?
Bir yerde bir esinti aradaki sınırları alıp götürecek, bir fırtına duvarları aşıp geçecek arkaya ve fırtına içinde bir ses yükselecek ve dört bir yanda hoş geldin deyip kucak açmalar, iyilikseverlikle el uzatmalar birbirini izleyecektir. Ve karşılamalar, kabuller ve gösterilen saygılar, bütün o yoksul olayların sırtına erguvan renkli kaftanını geçirecektir. Ve bizler gözü yaşlı kişiler olmaktan çıkıp, çok geniş bir çevrenin acılarını duyumsayan kişilere dönüşeceğiz ve tüm sevinçlerimizin dalgalanan bayraklarında bizim renklerimiz yer alacaktır.
Kendilerine duyacağımız güven dışında nesnelerin bu denli yakınına sokulmamızı sağlayacak bir başka şey daha vardır: İzlenim ve anılarımızdan ayrılmayarak, koyulacakları alabildiğine ıssız yollarda gönülden ve inanarak peşlerine takılmak, vatanları olan uzaklardaki ovaya varıncaya ve çiçeklerin ve ağaçların, dağların ve kalelerin yanında kardeş kardeş ve alçakgönüllü dikildiklerini görene kadar arkalarından bakmak. Çünkü orada, yani çocukluğumuzda adil ve saftır izlenim ve anılarımız. Güç ve becerilerimizin çekirdeği bu çocuklukta saklıdır.
Orasıdır başlanacak yer. Sayma işine koyulurken her zaman başvurabileceğimiz o ak pak Beyaz oradadır. Gelişip olgunlaşmak istiyorsak, uzun bir yolu geride bırakıp oraya dönmek zorundayız.
Her kim yetinilirlikten alabildiğine uzak, yorgunluk nedir bilmeksizin bu geleceğe bilerek ve isteyerek döner, onun gelecekten çıkıp geldiği ve çizdiği yörüngenin ortasında parlaklığı gözümüzü kamaştıracak bir güneşi barındırdığı saklı kalmayacaktır. Demek istediğim, davranışımızı iki şey belirler: birincisi var olmaya yönelik özlemdir ve bu özlem bizi, bilmediğimiz yerlere, uzaklara, incelenip araştırılabilir bölgelere çekip götürür. İkincisi ise özlemin kendisine duyulacak özlemdir; bu özlem de karşısına çıkan bütün sarp yolları eğip bükerek, boyunduruğu altına alarak uzaklardaki o çıkıp geldiği başlangıç yerine ulaştırır bizi.
En uzun yolu arşınlayan hedefe varır diye bir şey yoktur… Böyle biri yabancı diyarlarda yitip gider ve rastgele bir yerde alnı taşlar üzerinde, toza toprağa bulanmış olarak can verir. Ancak alabildiğine uzun yolu teperek başlangıç yerine, çocukluğuna dönebilen kişidir ki, böyle bir yolculuktan sonra tokalarını açıp çıkarır ayağındaki sandalları, banyo kendisini bekler, akşam sofrasındaki yer kendisini bekler.
Gerçekten: Çocukluk bir aynadır sanatı yansıtan. Gün gelip yeryüzünde var olacağı düşlenen güzellikten bir parıltıdır. Bir sözveridir ileriye yönelik, kalbimizin bir kutsanışıdır. Daha ilk adımlarımızı atarken yanımızdan ayrılmayan bir Tanrı, her şeyi isimleriyle tanıtır bize, o koruyup kollayıcı sözleri ise bizler için isimlerden de değerlidir. Gülümser bize Tanrı ve bizler nesnelere bakar, özlemini çektikleri ruhları görürüz, -susar Tanrı,- ve bizler gümüşsü sessizliğin dokusundaki ipliklerden her birini duyumsarız. Tanrı konuştu mu, sesi binlerce değişik tonda tüm çatlak ve yarıklardan çıkıp gelir kulaklarımıza. Hiçbir soru, Noel ağacının başındaki bir öksüz çocuk gibi bir kenarda dikilip durmaz tek başına. Her nesneden sezgilerle yüklü bir yanıt uzaktan kaldırır ellerini, küçük korkularımıza öpücükler kondurur serin ve tatlı, bir beşik gibi kollarında sallayarak onları harikulade bir uykuya daldırır.
Ve şaire yardım elini uzatacak iki şeye dönersek, nesnelere bakmak, nesnelerin gözlerinin içine bakmaktır bunlardan biri. Ve her nesnenin çocukluğumuzda bizler için taşıdığı anlam üzerinde düşünüp taşınmaktır. Çocukluk günlerinde yaşanmış işitilmedik güçte bir korkuyla kıyaslayarak, şimdi yaşadığımız bir korkunun büyüklüğünü belirlemek ve bir zaman yaşanmış mutlu bir duygudan toparlanıp kendine gelmesi için sevince zaman tanımaktır, kökleri çevreleyen o sıcacık karanlık dışında bir başka karanlığı sevmemektir. Şimdi yaşayacağımız bir sevgiyi, zavallı nesnelere karşı gönlümüzde bir zaman yaşattığımız ilk duyarlıkla karşılaştırmaktır. Şimdi hissedeceğimiz, duyacağımız her eğilimi, çocuklukta bir bebeğe ya da bir el topuna gösterilmiş olduğunu anımsayarak küçümsemek ve her özlemi çocuklukta tümüyle Tanrıya gösterilmiş olduğu duygusuyla yüceltmektir.
O zaman her şeyi sineye çekmek bir tehlikeyi içermeyecek, içimizdeki cesaretin bize derinlikli bir şiirde mi, yoksa çok renkli bir yaşama kucak açmakta mı soluk aldıracağını rahatlıkla bekleyip görebileceğiz.
Schmargendorf, Villa Waldfrieden, 7 Nisan 1899
* Mektubun yollandığı kişi.Breslaubölgesinde Tinz kentinde yaşayan Froylayn Charlotte Scholtz idi. Froylayn Scholz, daha önce Rilke’ye şiirlerini yollamıştı (Ç.N.).
Çev. Kamuran Şipal (Karayazı Edebiyat, S. 10)
arkadaş z. özger şiir ödülü 2012
Bünyamin K. yazdı…
“Yayınevlerine şiir kitabı yayınlamaları hususunda her zaman minnettarız. Çünkü şiir kitapları yayınevleri için maddi bakımdan getirisi olmayan kitaplardır. Yayınevlerinin yanı sıra kendi çabalarıyla kitap yayınlayanlara iki kez minnettarız. Bu kitapların şiir anlamında makbul ve şiiri yenilikleriyle dik tutan kitaplar olması da söz konusu. Bu kış bu kalitede kitapar okudum. Ersun Çıplak / Eksik Emanet, Osman Erkan / Diltozu, Salim Nacar /Aralık. Adana’da yayınlanmakta olan Karayazı Edebiyat Dergisi’nin şairlerinden bu üç isme, şiirin tozunu, isini atan kitapları için ve kışı yepyeni şiirlerle geçirdiğim için okurluğum adına teşekkür etmeliyim. Bu kış okuduğum Alper Gencer’in Dergah Yayınlarından çıkan dört beyaz kitabı da şiir için birer kâr idi. ” Tamamını okumak için tıklayınız…