Arşiv

Archive for the ‘güncel’ Category

karayazı edebiyat, 22. sayı

12 Nisan 2013 1 yorum

karayazı sayı 22 kapak

şair-editör sevişmesine sonnet

02 Nisan 2013 Yorum bırakın

karayazi-logo.jpg

şair-editör sevişmesine sonnet

                                   uyarına getirip öpüyorsunuz beni

                                                                         W. Shakespeare

 

-“gökyüzünden mısralar düşüyorken aklına

alıp başını gitmek bir başka memlekete

yakandaki o boşluk dolacaktır daima

aldın şair rozeti yanında da firkete

 

orda olmalı adın yoğusa tepetaklak

düşeceksin muhakkak umudun buna bağlı

bir şiir daha yaz kendine hayran hortlak 

sen de kafileye gir ilerle sollu sağlı”

 

-“ üçünü önden verdim kaldı borcun dokuzu

sol omzuma otur da dostluk görsün bu rebap 

işkembe umut sende ilham gel kuzu kuzu

 

artık rozetimi tak nicedir halim harap

koç bakışlı editör venüs bacaklı cazu

geldim kasa önüne kudretli haşmetmeap”

 

mükremin tanır

Eleştirinin Özeleştirisi Mümkün mü?

29 Ocak 2013 3 yorum

Türkçe öyküde 80 kuşağının izini kitaplarda ve dönemin önemli dergilerinde sürerken, sosyal ve tarihi koşullara sıkıca bağlı olan eleştiriye ilişkin metinlerin de peşine düştüm. 80 kuşağının öyküleri hakkında yazılmış eleştiri metinlerine gelmeden, belki Tanzimat dönemine kadar uzanmak gerekirdi. Ancak bu dönemler incelendiğinde görülmektedir ki, edebiyat tarihinde yer etmiş tartışmalar eleştirmenler arasında değil, bizzat yorumlanacak metinleri yazanlar arasında geçenlerdir. (Altuğ, F. (2004).Teori ve Eleştiri. Su (Ed.) Modern Türk Edebiyatı ve Eleştirisinin Oluşumunda Edebiyat Tartışmalarının İşlevi (ss179-211). Ankara:Hece) Bu da beni eleştirmenlerin izleğinden ayıracak, tekrar yazarların peşine düşürecekti. Bundan dolayı takibim Cumhuriyet tarihinden, daha da özelleştirirsem, 50 sonrasından başladı. 50 ile 80 arasını incelememin sebebiyse, 80 dönemi eleştirisindeki etkilerini anlamaya çalışmaktır.

Türkçe öykü eleştirisine mercek tutulduğunda “dil eleştirisinin”, yapıt eleştirisinin önüne geçtiği açıkça görülmektedir. Dil eleştirisi, Dil’in kapsayıcılığı düşünüldüğünde pekâlâ yapıt eleştirisini de içerebilir. Ancak dil eleştirisi, anlatım bozukluklarına, yazım yanlışlarına mahkûm bırakıldığında güdük kalmaktadır. (Orhan, Selçuk. Öykünün Güdük Ağacı Erişim Tarihi:29 Ekim 2012 http://selcukorhan.com/123/oykunun-guduk-agaci/) Cumhuriyet edebiyatına dahil olan eleştirinin, “ulusal dil anlayışının yerleşmesi” için çaba göstermiş olması ile bu durum açıklanabilse de, aynı durum Türkçe edebiyatta eleştirinin Edward Said’in işaret ettiği gibi “bir direniş biçimi” olarak değil, sistemin bir dişlisi olarak işlediğini göstermektedir. Türkçe eleştiriye katkı sağlamakla birlikte, Öztürkçeci eleştirinin önde gelen kaleminin Fethi Naci olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Yanı sıra, bir eleştiri kanonundan söz edilecekse, öncülünün yani Nurullah Ataç eleştirisinin ve ardılının da bulunduğu açıktır. 1930’larda başlayan, resmî ideolojinin yerleşmesi adına “dil”in asıl mecrasından koparılarak araçsallaştırılması, ve artık dil adına yapılan eleştirilerin “üslûp” ve de dilin ardında barındırdığı bir “kültür taşıyıcısı” rolü ile ilgili olmayıp, tamamen dilin şekilselliği olan gramatikal yönüne odaklanmış olmasıdır. Kültürel kopuşun yaşandığı bu dönemde, eleştiri daha çok şekilsel kalmaktadır.

Eleştirinin edebiyat öğretmenliğinden ve düzeltmenlikten öte bir değer taşıdığı, öncelikle, Hüseyin Cöntürk’ün metinlerinde fark edilir. Cöntürk, “dil eleştirmeciliği” olarak adlandırdığı gününün eleştirisini eleştirir. Bu eleştiriyi bir indirgeme olarak görerek, “metnin dili beğenmediğimiz bir dilse diğer özellikleri görmezden gelmenin” yanlış olduğunu söyler. (Cöntürk, H. (2006) Çağının Eleştirisi. İstanbul: YKY) Ayrıca, Cöntürk’ün Türkçe edebiyata önemli katkısı, eleştiriye multidisipliner bir perspektiften bakabilmesidir. ‘Deformasyonu Haklı Kılan’ başlıklı yazısında şiir eleştirisini iletişim kuramı üzerinden kurabilmiştir. Bu, Türkçe eleştirinin alışık olmadığı bir durumdur. Said de ‘Eleştirinin Geleceği’ başlıklı metninde, “artık tüm kapılar açık ve disiplinler arasındaki bariyerler, retorik olarak da gerçekten de kalkmış durumda” olduğunu belirtir ve eleştirinin geleceğinin “kültürler, söylemler ve disiplinlerarasındaki trafikte” aranması gerektiğine işaret eder. Burada sorulması gereken soru, dünün eleştirisinin geleceği 80 sonrası eleştiriyse, gramer kontrolünden söylem analizine uzanan bu eleştiri sarkacı hangi alanlarda salınmış, hatta titreşmiştir?

80 sonrası öyküyle ilgili temel eleştirinin, içe kapanma ve bunun getirdiği diyalogsuz ve kapalı anlatımda düğümlendiği söylenebilir. Bu düğüm, Semih Gümüş’ün genel yayın yönetmenliğini yürüttüğü Adam Öykü dergisinde yayınladığı ‘Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor’ yazısından sonra bir kez daha gözler önüne serilmiştir. (Gümüş, S. (2007) Öykü Bahçesi. İstanbul: Can) Yazıda, öykülerin başat özelliğinin “öykü kişilerinin hiç konuşmaması ya da çok az konuşması” olduğu söylenerek, genç öykücü için “başkalarının dünyalarında yaşamaya gönül indirmediği” saptamasında bulunulmuştur. Yazının devamında, “Konuşma cümlelerinden bütün bütüne arındırılmış öykü dünyaları, toplumsal olana da ister istemez sırt çeviriyor. Yazılanı toplumsallaştırma öğelerinden olan konuşma tümceleri yüzünden yazdıklarının toplumsallaşacağından mı korkuyor genç öykücüler?” diye sorulmuştur. Gerekçelendirilmemiş ve örneklendirilmemiş bu soru ve “her yazılanın bir yerlerde mutlaka bir karşılığının olması” gerektiğinin bir diğer soru ile vurgulanması, Türkçe edebiyattaki hakim eleştiri kanonunu hatırlatmaktadır. Burada, Fethi Naci eleştirisindeki yazarların ancak yaşadıklarını yazabilecekleri vurgusu bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. David Birch, bir yazısında, “Dünya, bilim adamlarının ve eleştirmenlerin, dışına çıkıp analiz edebileceği, sonra da tekrar içine girip öğle yemeğine ya da sahile gidebileceği bir nesne değildir.” demektedir. (Birch, D. (2004).Teori ve Eleştiri. Su (Ed.) Heidegger ve Derrida’da ‘Gösterge Olarak Dil’ ve ‘Anlamların Oyunu’  (ss73-85). Ankara:Hece) Fethi Naci eleştirisi içinde Gümüş’ün sorduğu sorular anlaşılır olmakla birlikte, Semih Gümüş’ün aynı çağı paylaştığı genç öykücülerin deneyimine bu kadar uzak sorular sorması tuhaftır. Gümüş’ün sorusuna genç öykücüler de “Sen neden burada değilsin?” sorusuyla karşılık verebilirlerdi. Ancak Türkçe edebiyatta daha önce belirtmiş olduğum gibi, eleştiri bir direniş biçimi değildir, okuru izleyici, hatta cemaat olarak gören bir otorite şeklidir. Belki bundan dolayı öykücülerin ağzının bıçak açmadığından dem vurulan yazıdan sonra gelen yazı genç öykücülerden bir itiraz yazısı olmamış, Roni Marguiles’in Semih Gümüş’ü desteklemek için yazdığı ve “Öykü okumak gibi bir adetim pek olmadığı için, “Öykücülerin ağzını niye bıçak açmıyormuş?”diye merak edip okudum yazıyı.” şeklinde başladığı yazısı yer bulmuştur. (Marguiles, R. (1998). Bıçakların Açmadığı Postmodern Ağızlar. Adam Öykü, 19, 132-133) Ancak Marguiles’in yazısının da hakkını yememek gerekir, yazıda şöyle bir bölüm bulunmaktadır: “Gelişigüzel sözcüklerin sayfada bir resim oluşturacak şekilde dizilmelerinden oluşan öyküler yazan biri çıkarsa hiç şaşmam (belki de çıkmıştır; dedim ya, ben pek dikkatli izlemiyorum öykü dünyasını). Şaşmam çünkü, adı lâzım değil ama, örneğin Tarık Günersel ne güzel şekilli şekilli şiirler yazıyor öyle!” Artık Marguiles’in ileri görüşlülüğü mü, yoksa korktuğu başına mı gelmiş demek daha doğru bilmiyorum ama günümüzde Aykut Ertuğrul ve Ahmet Büke gibi öykücüler görsel unsurları öykülerinde kullanmaktadır.

Terry Eagleton, ‘Edebiyat Olayı’ adlı Türkçe’ye kazandırılan son kitabında temel olarak edebiyatın ne olduğunu sorgulamıştır. Bu sorgulama sırasında sorunun ne kadar çetrefilli olduğunu dile getirirken, “İyi edebiyat eserleri diğer iyi edebiyat eserlerine benzeyenlerdir, onlarla alıştığımız şeyi yapmamıza olanak veren eserlerdir. Edebiyat kanonu, kendini başka bir mahkemeye teslim etmez. Kendini onaylar.” diye yazmıştır. (Eagleton, T. (2012). Edebiyat Olayı (B. Yüce, Çev.) İstanbul: Sel) Eagleton’un sözleri, Türkiye’deki öykü eleştirisi kanonunda da karşılığını bulmaktadır. Fethi Naci’nin “Elini neye değse öykü oluyor.” diye övdüğü Cemil Kavukçu, Adam Öykü’nün 7. sayısında yapılan soruşturmada, “en beğenilen genç öykücü” olarak, o sırada 45 yaşında olmasına rağmen seçilebilmektedir. Gümüş’ün soruşturmanın “öykü edebiyatımızın genç değerlerine dikkat çekmeyi” amaçladığını belirtmesi de ironiktir. Kavukçu’nun geçtiğimiz haftalarda çıkan son kitabı, ‘Aynadaki Zaman’ hakkında Gümüş’ün bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığı “Cemil Kavukçu ne yazsa okunur.” ifadesi Fethi Naci’nin övgüsüne son derece yakın olmakla birlikte, bir yazarın yazacaklarını daha hiç görmeden olumlayarak eleştiriyi sıfır derecesine indirmektedir. Asıl tehlike de tam burada başlamaktadır. Eleştiri bir kanona dönüşüp sınırları iyice belirginleştiğinde, edebiyatta sapma yaratacak yeni yazarlara “hazırlıksız” yakalanmaktadır. Belki Oğuz Atay’ın öyküleri için ölümünden yıllar sonra bile Gümüş’ün şu soruyu soruyor olması bir örnektir:

“Tuhaf, karabasansı, gerçekil bir karşılığının bulunması neredeyse olanaksız bu öykü ne anlatmaktadır?” (Gümüş, S. (1998). Ben Buradayım Sevgili Okuyucum, Sen Neredesin Acaba?. Adam Öykü, 14, 22-25)

Yeni ve özgür bir eleştiri var olmadığı sürece, “Ben buradayım ya da ez li virim sevgili eleştirmen, sen neredesin acaba?” sorusu daima öksüzdür. Semih Gümüş’ün genç öykücülerin üsluplarıyla ilgili 1998 yılında dile getirmiş olduğu itirazına dönersek, bu konunun etraflıca ele alınması bir sonraki yılı bekleyecekti: 80 öncesini ve sonrasında yaşanan “siyasal-toplumsal-kültürel dönüşümü anlamlandırma çabasını” içeren Defter dergisinin 37. sayısını. (Ahıska, M. (1999). ‘Genç Olamayan Gençler’ Üzerine Bir Deneme. Defter, 37, 11-19)  Meltem Ahıska’nın ‘Genç Olamayan Gençler’ üzerine yazdığı denemenin başlarında, Şerif Mardin’in gençlerin cumhuriyet tarihi boyunca devrim ve yenilikle ilişkilendirilmesi üzerine söylediği şu cümle yer alıyordu: “1930’larda bir dilek olan şey, 1977’de bir gerçek, ama üstesinden gelinmesi zor bir gerçek haline geldi.” Ahıska, 1980 sonrasında devrimciliğin nasıl tehlike olarak kodlandığını ve ardından da, bunu izleyen eski kuşakların yeni deneyimleri anlamakta zorlanıp, “kendi konumlarını mutlaklaştıran” bir tavırla, gençleri kolaylıkla apolitiklikle suçladıklarını yazıyordu. “Model” dışı bu gençleri anlamaya çalışmamak, aslında “neden öyle yazdıklarını” da anlamaya çalışmamaktı. Ahıska’nın öngörüsünde “tecrübelerin düzlenmesi, çelişkilerin, çatışmaların anlaşılmaz kılınması”, apolitiklikle suçlanan “içine kapalı” gençlerin politikayla ilişkilerini iyice silikleştirecekti. Deneme, Yıldırım Türker’in son derece yerinde “gençlerin kekemeliklerinden” bahseden, sözleriyle bitiyordu. “İnsanın yaşantısıyla bütünleştiremediği deneyimin yani travmanın” bir semptomu olan kekemelik, öykücülerin deneyimlerini anlayabilmek için elverişli bir alan yaratıyor olsa da, bunun kuramsal bağlamda derinleştirilmesi de şiire bırakılacaktı. (Akın, E. (2009). Kekeme Türk Şiiri Ankara:Ebabil)

Son dönemde, şiir üzerine eleştiri metinleri ile öykü üzerine olanlar karşılaştırıldığında aradaki makasın kırılma noktasına geldiği açık. Öykü üzerine yazan eleştirmenler, inceliyorlarsa eğer, inceledikleri öykülerden heyecan duymadıklarını, bundan dolayı derinlikli metinler kaleme alamadıklarını söyleyebilirler. Ancak bir eleştirmenin heyecan duyabilmesi için metnin “cansız bir nesne değil üretici bir özne” olduğunun bilincinde olması gerekir. (Lucy, N. (2003). PostmodernEdebiyat Kuramı (A. Aksoy, Çev.) İstanbul: Ayrıntı) Metnin keskinliğine rağmen gözleri kamaşmadan ya da yaşarmadan tek tek ayırdığı, şeffaf olduğu için herkese görünmeyen zarları mikroskop merceğinin altına koyduğu anda, yani metinle birlikte yeniden öğrenme sürecine girdiğinde, yani kanon dışı bir ses, hatta gürültü çıkardığında tekrar heyecan duyar.

Evet, metin bir soğandır. (Bir kitap kapağı.)

Gülümseyin çekiyorum ya da…

Ayşegül Tözeren (Dünyanın Öyküsü, S. 6)

karayazı edebiyat, sayı 21

10 Aralık 2012 1 yorum

karayazı 21

karayazı edebiyat’ın 20. sayısı hususunda

15 Ekim 2012 Yorum bırakın

karayazı edebiyat‘ın 20. sayısının bayilere, abonelere ve tüm illerin il halk kütüphanelerine dağıtımı tamamlanmıştır.

bu sayıda; 

yirmi iki deyince orospu: Isahag Uygar Eskiciyan

siyasi kuleden evrak düşüren polisin serencamı: Salim Nacar

günümüz şairinin tipolojisi: Nilüfer Altunkaya

iskambil kağıdı imalatçıları: İ. C. Akimi

dipteki eksik mesafe bilinci: küçük burjuvalar, şiir ve mehmet taner’in dünyası: Ali Galip Yener

yaşamak toplum içindir: Caner Ocak

sistem hayvanları: Osman Erkan

yeni başlayanlar için dr. siyami ersek göğüs kalp damar: Özgür Göreçki

ortaçağ avrupasında dönüşüm: bologna üniversitesi, dante ve sonrası: Şahin Aybay

ah mutluluk: Cem Çelik

bırakınız ölsünler: Karacamurat

haydar abi: Mustafa Burak Sezer

kör adamın baykuşu: Serkan Gezmen

garo: Ersoy Özülkü

hemen ölmeli: Ersun Çıplak

 

iyi okumalar dileriz.

ABONE OLMAK İÇİN

6 sayı için 40 TL ya da 12 sayı için 80 TL‘yi Ersun Çıplak adına 6194613 nolu posta çeki hesabına yatırmanız ve ardından adresinizi karayazi.editor@gmail.com adresine elektronik postayla bildirmeniz yeterlidir.

karayazı

İKİ AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ

ISSN: 2146-149X

Hazırlayanlar: Cuma Duymaz (505 258 66 95) – Ersun Çıplak (505 255 12 32)

email: karayazi.editor@gmail.com

 Yazışma Adresi: Beyazevler Mah. Beyazevler Cad. Pamuk Müzikhol Yanı No: 12 Çukurova/ADANA

 Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Süreyya Filiz Sisli

Yönetim Yeri: Yeni Baraj Mah. 1 Sk. Gülek Plaza Seyhan/ADANA

 

 

SATIŞ NOKTALARI

Adana: Kitapsan, Karahan, Alfabe, Sular Büfe

Ankara: Dost, Turhan, Birleşik

Antalya: Kitap Kurdu Sahaf

Balıkesir: Paradigma Kitabevi

Bolu: Biz bize

Burdur: Eylül Kitap/Sahaf

Bursa: Asa Kitabevi

Denizli: Yaprak Kitabevi

Diyarbakır: Kelepir, Avesta

Edirne: Ceren Kitabevi, Bellek Kitabevi

Erzincan: Üniversite Kitabevi

Erzurum: Üniversite Kitabevi

Eskişehir: İnsancıl Kitabevi

Antep: Yaşar Cevizli Kitap Kırtasiye, Özgür Press Basın Yayın Dağıtım

Hatay: Ferda, Yener Kitabevi

İstanbul: Mephisto (Beyoğlu), Simurg, Mephisto (Kadıköy), Beşiktaş İskele, Üsküdar İskele, Ağaç Kitabevi (Fatih), Kitapsan (Cağaloğlu)

İzmir: İletişim, Pan, Kabile, Yakın (Alsancak), Konak

K.Maraş: İşler Kitap Kırtasiye, Seha Kitabevi

Kayseri: Akabe Kitabevi

Kocaeli: Kelepir Kitabevi

Konya: Kitapsan

Malatya: Fidan Kitabevi

Mardin: Gençlik Kitap-Kırtasiye

Mersin: Kitapsan (Silifke Cad.), Kitapsan (Üniversite)

Sakarya: Değişim Kitabevi

Samsun: Ada

Sivas: Vilayet Kitabevi

Van: Star 2000 Kitabevi

Zonguldak: Belediye Kültür Merkezi

karayazı edebiyat, sayı: 20

08 Ekim 2012 3 yorum

Ersun Çıplak, kentleri ve kent algısını anlatıyor!

05 Temmuz 2012 Yorum bırakın

Birçok şehri düşündüm, ne yazık ki kaderim gereği doğduğum kentten daha uygununu bulamadım kendime. Düşündüm; çünkü kısa süreler haricinde başka bir şehirde yaşamadım. Yalnızca dokuz buçuk ay Değirmendere-Gölcük-İzmit; bir ay Samsun; yirmi gün İstanbul. Kaldığım sürede oralara ait hissedemediğim için Adana dışında başka bir şehirde yaşamadım sayılır.

Evden kolay kolay çıkmam. Mecburen okul ve üniversite… Fırsat buldukça, sahibini sevdiğim (İsmail Karahan) bir kitapçıya giderim (Karahan Kitabevi). Sinemaları, gitme…” Tamamını okumak için tıklayınız…

karayazı edebiyat’ın 19. sayısı hususunda

29 Haziran 2012 1 yorum

karayazı edebiyat‘ın 19 sayısının bayilere, abonelere ve tüm illerin il halk kütüphanelerine dağıtımı tamamlanmıştır.

bu sayıda; 

kuran, platon ve şiir: Can H. Türker

öyleyseayrılalım: Özgür Göreçki

ondokuz deyince balık: Isahag Uygar Eskiciyan

feriz’in odası: Feriz Şahin

mein kampf: David Lerner (çev. Mustafa Burak Sezer)

bir ütopyanın peşinde koşan şair/david lerner (dünyayı değiştirmek için şiir): Mustafa Burak Sezer

bin hüzünlü haz ve ‘arzu’: Ayşe Özkan

repliğimi çaldığında başına geleceklere dair: Ersun Çıplak

insan içine girmenin tonu: Şeyma Aydın

günümüz genç şairi: Cihat Duman

istersen freud’u ara: Nazlı Hamurcuoğlu

intarsia: Mehmet Mümtaz Tuzcu

yokluğunda: Ali Yağan

solfej marşı: Murat Çelik

cüce ile bebek: Heinrich Böll (çev. Kâmuran Şipal)

klan ve klon: Ercan Y. Yılmaz

iyi okumalar dileriz.

ABONE OLMAK İÇİN

6 sayı için 30 TL ya da 12 sayı için 60 TL‘yi Ersun Çıplak adına 6194613 nolu posta çeki hesabına yatırmanız ve ardından adresinizi karayazi.editor@gmail.com adresine elektronik postayla bildirmeniz yeterlidir.

karayazı

İKİ AYLIK EDEBİYAT DERGİSİ

ISSN: 2146-149X

Hazırlayanlar: Cuma Duymaz (505 258 66 95) – Ersun Çıplak (505 255 12 32)

email: karayazi.editor@gmail.com

 Yazışma Adresi: Beyazevler Mah. Beyazevler Cad. Pamuk Müzikhol Yanı No: 12 Çukurova/ADANA

 Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Süreyya Filiz Sisli

Yönetim Yeri: Yeni Baraj Mah. 1 Sk. Gülek Plaza Seyhan/ADANA

 

 

SATIŞ NOKTALARI

Adana: Kitapsan, Karahan, Alfabe, Sular Büfe

Ankara: Dost, Turhan, Birleşik

Antalya: Kitap Kurdu Sahaf

Balıkesir: Paradigma Kitabevi

Bolu: Biz bize

Burdur: Eylül Kitap/Sahaf

Bursa: Asa Kitabevi

Denizli: Yaprak Kitabevi

Diyarbakır: Kelepir, Avesta

Edirne: Ceren Kitabevi, Bellek Kitabevi

Erzincan: Üniversite Kitabevi

Erzurum: Üniversite Kitabevi

Eskişehir: İnsancıl Kitabevi

Antep: Yaşar Cevizli Kitap Kırtasiye, Özgür Press Basın Yayın Dağıtım

Hatay: Ferda, Yener Kitabevi

İstanbul: Mephisto (Beyoğlu), Simurg, Mephisto (Kadıköy), Beşiktaş İskele, Üsküdar İskele, Ağaç Kitabevi (Fatih), Kitapsan (Cağaloğlu)

İzmir: İletişim, Pan, Kabile, Yakın (Alsancak), Konak

K.Maraş: İşler Kitap Kırtasiye, Seha Kitabevi

Kayseri: Akabe Kitabevi

Kocaeli: Kelepir Kitabevi

Konya: Kitapsan

Malatya: Fidan Kitabevi

Mardin: Gençlik Kitap-Kırtasiye

Mersin: Kitapsan (Silifke Cad.), Kitapsan (Üniversite)

Sakarya: Değişim Kitabevi

Samsun: Ada

Sivas: Vilayet Kitabevi

Van: Star 2000 Kitabevi

Zonguldak: Belediye Kültür Merkezi

karayazı edebiyat; sayı 19

23 Haziran 2012 1 yorum

emeğin ve emekçinin bayramı kutlu olsun…

30 Nisan 2012 Yorum bırakın

Kategoriler:güncel

edebiyatın şeyleşmesi : solcu/eylemci okur kaybı üzerine

30 Nisan 2012 Yorum bırakın

Edebiyatın magazinleştirilmesi, okurun bir tüketici olarak görülmesi ve edebi ürünün haz verici, mümkünse çoksatar bir nesneye dönüştürülmesi süreci içinden geçerken değişen okur profili hakkında neler söyleyebiliriz? Böyle, kapsamlı okumalara açık bir sorunun yanıtını arayacağımız bu yazıda önce edebiyatın şeyleşmesi meselesine kısaca değinelim.

Estetik bilinçte öteki olan’ın kabulü ve edebi üründe hakikate yabancılaşma konusunda bir şeyler söyleyerek yola çıkalım. Schiller’in temellendirdiği gibi, “[G]üzel görünüşün sanatı gerçeklikle (hakikatle) çelişiyorsa, estetik bilinç de aynı şekilde bir gerçekliğe (hakikate) yabancılaşma içerir – o, bir yabancılaşmış Geist formu’dur- bu, Hegel’in kültürü (bildung) anlama tarzıdır. Estetik bir duruşu benimseme yetisi kültürlenmiş bilincin parçasıdır. Çünkü kültürlenmiş bilinci ayırt eden şu özellikleri estetik bilinçte de buluruz: Evrensel olana yükselme, anlık/dolaysız kabulün ya da reddin tikelliğinden uzaklaşma ya da kendi beklentilerimize veya tercihlerimize tekabül etmeyen şeyi kabullenme.” (Hans-Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem, C.1, çev. H. Arslan-İ. Yavuzcan, Paradigma: 2008, s.116) Yazarın hakikati tam anlamıyla algılayamaması onun işine yabancılaşması (edebiyatın şeyleşmesinin bir parçası bu yabancılaşmayı içerir) sürecinin bir kısmını oluşturur. Bu durumu ve Gadamer’in yukarıda dediği gibi estetik bilincin gelişiminde öteki olan’ın kabulü ile yabancılaşmanın aşılması saptamasını aklımızda tutarak yabancılaşma kavramının politik anlamına geçebiliriz şimdi.   

Bilindiği gibi, Marxist okumalara göre yabancılaşma kavramı, materyalist bir dünya görüşüne göre, ürünlerin, üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişki, kurum ve düşüncelerin, yani insanların kendi etkinlikleri yoluyla ortaya koymuş oldukları toplumsal güçlerin insanlara yabancı, onların istemlerinden bağımsız, kendilerini aşan güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüktüğü toplumsal ilintiye verilen addır. (Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, çev. ve der. A. Çalışlar, Altın Kitaplar: 1983, s.445) Konumuz bağlamında şeyleşme kavramını yabancılaşma kavramı ile beraber ele alınabilir. Geç kapitalist dönemde endişe çerçevesinde yapılan bir çözümlemede, şeyleşme kavramı yabancılaşma, nesneleştirme ve meta fetişizmi gibi, Marx’dan alıntıyla “[İ]nsanların kendi aralarındaki belirli toplumsal ilişkilerin şeyler arasındaki bir ilişki gibi fantastik bir biçime [büründüğü]” süreçlere sıkı sıkıya bağlı olarak ele alınmıştır. Bu bakımdan şeyleşme hayali bir nesnelliğin oluşmasını imler; ırkçılık ve cinsiyetçilikle dolaysız ilişkilidir ve “[Ş]ey-lik’in nesnel gerçekliğin ölçütü haline geldiği, başka bir deyişle, ‘verili dünya’nın bu dünyanın hakikati olarak kabul edildiği sürecin kendisidir.” (Timothy Bewes, Şeyleşme, çev. D. Soysal, Metis: 2008, s.24)

“Hayali bir nesnellik” anlamında şeyleşme, totalitarizmin içsel basıncını temsil eden yalnızlıktan soyutlanamaz. Totalitarizm ve onun geç kapitalist toplumlardaki örtülü, içselleştirilmiş, o yokmuş gibi yaşanan biçimleri, insanları yalıtılmış bir yalnızlık içine gömerek yabancılaştırır. (Bewes, s.203) Bewes’in, Hannah Arendt’den aktardığı bu saptama, yabancılaşma-yalnızlık-şeyleşme üçlüsünün insana ve insani üretime (edebi üretim de dahil olmak üzere) nasıl yansıdığını açıklamak bakımından önemlidir. Yalnızlaşma sürecinde okur profili postmodern toplumlarda nasıl bir değişim geçirmiştir ve yazının başlığındaki solcu/eylemci okur tipi bugün neden ortadan kalkmıştır? Bu türden sorular edebiyat-politika ilişkisi üzerinde durarak yanıtı aranabilecek sorulardır.

Mesele şudur: Kültür endüstrisi toplumunda kitabın ölümü, geç kapitalist dönemde enformasyon teknolojilerinin her gün güncellenen basıncı altında, bir fail (eylemci) olarak dünyayı algılamaya ve değiştirmek amacıyla dünyaya/hayata müdahale etmeye hazır/niyetli bir solcu okur tipinin kaybolması.

Tüketim kalıpları ve tüketicinin genel geçer alışkanlıkları ile roman okurunun tercihleri arasındaki bağın önemi üzerinde duran Franco Moretti, tüketim-moda-oyalanma üçlüsüne gösterdiği ilginin hakikatte kapitalizmin romanın yükselişindeki etkisini belirlemeye yönelik olduğunu yazar. Kapitalizm, okur profilinin önce gelişim (artış) sonra dönüşümü yönünde birkaç temel parametreyi hazırlamıştır: Daha büyük bir okur-yazar nüfus, daha fazla tasarruf edilen bir gelir ve bazıları için daha çok vakit bunlar arasındadır. Yine Moretti, Benjamin’in ‘Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı’nın sonunda yer alan “dikkat dağınıklığı halindeki alımlama” ifadesine dikkat çeker. Roman okumanın harika karışımı olarak nitelenebilecek dalıp gitme ve eğlenme hakikatte Benjamin’e göre, “[İ]nsani algı aygıtı’nın karşısındaki görevlerin, yoğunlaşmış dikkatle üstesinden gelinemeyecek kadar ağırlaştığı tarihsel dönüm noktalarında zorunlu hale gelen bir tutumdur.” (F. Moretti, ‘Romanın Tarihi ve Roman Teorisi’, Mesele, S.24, s.39)

Konuya, Türkiye’nin solcu/eylemci okur potansiyeli anlamındaki altın çağı olan 1960-1980 yılları bağlamında bizi ilgilendiren yanı açısından bakarsak, okurun eylemci yanını ve bilinçli seçim yetisi olan kişi profilini kaybetmesi acaba ne anlama gelmektedir? Bu kayıpta, geç kapitalist dönem hayat tarzı ve alışkanlıklarının ve özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra yoğunlaşan genel bir depolitizasyon sürecinin başat etkilerini bulmak mümkündür. Küreselleşme teriminin emperyalizm, sınıf mücadelesi, enternasyonalizm gibi Marxist literatürün temel kavram ve tanımlarının üstünü örttüğü, Rosa Luxemburg’un o harika “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” ifadesini tümden unutturduğu ve tarihsel belleği sıfırlamaya çalıştığı günümüzde Moretti, analizinde bütün suçu teknolojik değişimin ve televizyonun üstüne atmakla yetinir: “Televizyon bütün gün açık bırakıldıkça ve her fırsatla ona göz atıldıkça, okurun bir fail olması mümkün değildir.” (agy, s.39)

Sonuçta okuma teknolojisi değişmiş ve günlük hayatın ritmi okuru boğmuştur. Konuya değinen güncel yazılardan birinde sosyalist okurla ilgili temel saptama, alıntılanarak şöyle dile getirilmiştir: “Régis Debray, New Left Review ’un Türkiye-2007 seçkisinde yayınlanmış olan ‘Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü’ başlıklı ufuk açıcı makalesinde, sıraladıklarının yanına kitabı da dahil ettiği ‘aklın, gazetenin ve siyasal partilerin çağı’nı, 1448’den 1968’e, Gutenberg devriminden televizyonun icadı arasındaki tarihsel döneme yerleştirir: Bu dönemde ‘görüntü yazıya bağımlıdır’; ‘sosyalizm boynunda matbaacı etiketiyle doğmuştur.” (Osman Akınhay, ‘Kitap Yayıncılığının Kederli Sonbaharı’, Mesele, S.24, s.5) Debray, aynı makalede kitabın eylemci okurun hayatından çekilmesiyle, kitap kültürü ve yazılı sözle uzun bir zamandır tanışıklığı olan sosyalizmin retorik gücünün zayıflamasının birbirine koşut giden süreçler olduğunu vurgular. Böylece kitabın ölümü eylemci okurun ölümüne denk düşer.

Türkiye’nin özgül koşullarını, toplumsal belleğin silinmeye çalışıldığı, eylemci okurun ve suç aleti (!) kitabın ortadan kaldırılmasının amaçlandığı askeri darbe dönemlerini, otoriter modernleşmeci tutumun toplumsal devingenlik ve çok kültürlülük karşısında hiçbir çözüm üretememe halini ve ulusçu-kurucu ideolojinin her türden entelektüel üretimin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi salınımını unutmadan edebiyatın şeyleşmesi ve solcu okurun kaybı meselesine eğilmeliyiz. Dış etkenleri suçlamakla yetinmeyelim ve  çuvaldızı solcu okura/kendimize de batırmanın gereği üzerinde -tek bir örnekle durumun vahametini açıklamaya çalışarak- duralım. Marxist şair ve eleştirmen Ahmet Oktay’ın ilk baskısı 1986’da yapılan ve referansları, derinlikli çözümlemeleri ile kendi alanında eşsiz bir hazine olan Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı yapıtı, ilk baskıdan ancak 20 yıl sonra yeniden basılıyor ve yine üzerinde hiç durulmuyorsa, solcu/eylemci okurun bu vahim durumdaki ağır sorumluluğu ve marazi kayıtsızlığı da sorgulanmalıdır.

Sonuç olarak, kapitalizmin dayattığı tüketim kalıplarına karşı direnmek, öldüren eğlence (Neil Postman) olan televizyonun okuru ortadan kaldırıcı etkisine karşı koymak, ayakta kalan solcu/eylemci okurları, emek örgütlenmesinde olduğu gibi örgütlemeye çalışmak, kısacası okur olarak kapitalizme direnişi emek mücadelesinin mütevazı bir parçası haline getirmek, etkisini yitirdiği söylenen sosyalist retoriğin ayakta kalmasına destek sağlayacağı için önemsenmelidir.

Ali Galip YENER (karayazı edebiyat, S. 7)

BİRİLERİ AMERİKA’YI HAVAYA UÇURDU: Amiri Baraka (çev. Mustafa Burak Sezer)

22 Nisan 2012 Yorum bırakın

(Tüm düşünen insanlar

hem uluslar arası

hem de yerel teröre karşıdır…

Ama biri diğerini

örtmek için kullanılmamalıdır.)

 

Diyorlar ki o bir terörist, bir

                barbar

                         A    Rab’tır,

Afganistan’da

Bizim Amerikalı teröristlerimiz değildi

Klan1 ya da Dazlakların işi değildi

Veya zenci kiliselerini havaya uçuranların

Veya ölüm hücresinde bizleri diriltenlerin

Trent Lott değildi

David Duke, Giuliani

Schundler ya da emekli Helms değildi

 

Kostümlü belsoğukluğu değildi

Siyahları öldüren

Beyaz çarşaf hastalıkları

Sağduyu ve akıl sağlığını baltalayan

İnsanlığın çoğunu, nasıl isterlerse

 

Diyorlar ki (kim diyor? Kimmiş söyleyen

Kim onlara ödüyor

Kim yalan söylüyor

Tebdil gezen kim

Köleleri olan kimdi

Kim iç etti paraları

 

Sömürgelerle midesini dolduranlar kim

Kızılderilileri kim katletti

kim harcadı siyah toplumu

 

Wall Street’te kimler yaşıyor

     İlk Sömürge

Hayalarınızı kim hadım etti

Ananıza tecavüz edenler kim

Kimler linç etti babanızı

 

Katranı, kuştüylerini kimler aldı

Kibrit kimdeydi, ateşi kimler yaktı

Kim öldürüp kiraladı

Kim diyor onlar Tanrıymış & hâlâ Şeytanın ta kendisiler

 

En büyük kim

En iyi kim

Kime benziyor İsa

 

Her şeyi yaratan kim

En akıllı

En muhteşem

En zengin

Kim demiş sen çirkinsin, onlar yakışıklı

 

Sanatı kim belirliyor

Ve bilimi

 

Bombaları kip yaptı

Ve silahları

 

Kimdi Köle alıp, satan

 

Kim verdi onların adlarını size

Kim demiş Dahmer’in kaçık olmadığını

 

                Kim /  Kim /  Kim

 

Puerto Rico’yu kim çaldı

Hint Adalarını, Filipinleri, Manhattan’ı

  Avusturalya ve Hebrides’i

Çinlilere afyonu kim kakaladı

 

Binalar kimin

Para kimin

Seni gülünç bulanlar kim

Seni kim kodese tıktı

Gazeteler kimin

 

Köle gemileri kimindi

Orduları kim yönetti

 

Çakma başkan kim

Kim hükümdar

Banker kim

 

Kim /  Kim /  Kim

 

Maden kimin

Kim burktu zihnini

Ekmek kimde

Barışa kimin ihtiyacı var

Sence savaşa ihtiyacı olanlar kim

 

Kim petrolün sahibi

Kimin yok emeği

Kim toprağın efendisi

Belli ki siyah değil

Çok büyük, kimse ondan büyük değil

 

Kim bu kentin sahipleri

 

Hava kimin

Ve su

 

Kulübeniz kimin

Çalıp, soyan, dolandıran ve öldürenler kim

                Yalanı gerçek gösterenler

Kim sizi görgüsüz diye çağıranlar

 

En büyük evde kim yaşıyor

En büyük suçu kim işliyor

Kimler istediği zaman tatile çıkıyor

 

Kim öldürdü en çok zenciyi

Kim öldürdü en çok Yahudi’yi

Kim öldürdü en çok İtalyan’ı

Kim öldürdü en çok İrlandalıyı

Kim öldürdü en çok Afrikalıyı

Kim öldürdü en çok Japon’u

Kim öldürdü en çok Latin’i

 

Kim /  Kim /  Kim

 

Okyanus kimin

 

Uçaklar kimin

Postalar

Televizyon

Radyo

 

Kim sahip olunduklarının farkında olmayanların sahibi

Kim çakma sahiplerin gerçek efendileri

 

Varoşlar kimin

Kentleri emenler

Kim yapıyor yasaları

 

Bush’u kim başkan yaptı

Kim demiş müttefik bayrağı dalgalansın

Kim demokrasiden konuşup sallıyor

      KİM /  KİM  / KİMKİM /

 

Yeni Ahit’teki Canavar kim

666 kim

Kararı kim veriyor

                İsa çarmıha gerilsin diye

 

Kim asıl taraftaki İblis

Ermeni Soykırımından kimler nemalandı

 

En büyük terörist kim

İncili kim değiştirdi

En çok insanı kim katletti

En büyük şeytan kim

Kim hayatta kalmak için endişelenmiyor

 

Koloniler kimin

En çok toprağı kim çaldı

Dünyayı kim yönetiyor

Kim iyilik yaptığını söyleyip kötülük yapanlar

En büyük infazcı kim

 

Kim /  Kim /  Kim

 

Petrol kimin

Daha fazlasını kim istiyor

Kim söyledi sonradan yalan olduğunu fark ettiğiniz düşünceyi size

Kim / Kim / ???

 

Kim keşfetti Bin Laden’i, belki Şeytanlar

CIA’ye kim ödüyor

Bombanın patlayacağını kim biliyor

Kim biliyor neden teröristlerin Florida’da, San Diego’da

Nasıl uçulacağını öğrendiklerini

 

Patlamayı neden Beş İsrailli’nin filme çektiğini

Ve zevkten taşaklarını şaklattıklarını kim biliyor

 

Güneş hiçbir yere gitmezken kimin ihtiyacı var fosil yakıtına

 

Kredi kartlarını kimler yaptı

Kim alıyor en yüksek vergi muafiyetini

Irkçılığa Hayır Konferansı’ndan

Çekip giden kim

Malcolm’u, Kennedy’i ve kardeşini kim öldürdü

Kim öldürdü Dr King’i, kim böyle bir şey isteyebilir?

Lincoln cinayetiyle de bağlantıları var mı?

 

Grenada’yı kim istila etti

Ya ırkçılıktan parayı götürenler

Ya İrlanda’yı sömürge diye tutanlar

Ya kim devirdi Şili’yi ve Nikaragua’yı sonra

 

David Sibeko, Chris Hani, kim öldürdü bunları

    Biko’yu, Cabral’ı, Neruda’yı, Allende’yi

      Che Guevara’yı, Sandino’yu öldürenler öldürdü

 

Ya Kabila’yı öldürenler kim, Lumumba’yı, Mondlane’i, Betty Shabazz’ı, Presnes

Margaret’i, Ralph Featherstone’u, Little Bobby’i harcayanlar işte

 

Mandela’yı, Dhoruba’yı, Geronimo’yu kim kodese tıktı

Assata’yı, Mumia Garvey’i, Dashiell Hammett’i, Alphaeus Hutton’u

 

Huey Newton, Fred Hampton, MedgarEvers,

    Mikey Smith, Walter Rodney, kim öldürdü bunları

Fidel’i zehirlemeye kalkışanlar mı

Vietnamlıları baskı altında tutmaya çalışanlar kim

 

Lenin’in başı için ödül koyanlar kim

 

Yahudileri fırınlara koyanlar

Kim bunu yapmak için onlara yardım etti

Kim demiş “Önce Amerika” diye

  Ve onaylamış sarı yıldızları

                                                               KİM / KİM/

 

Rosa Luxembourg’ü, Liebneckt’i kim öldürdü

Rosenbergleri

Ve dondurulmuş, işkence edilmiş, suikasta uğramış

Kaybolmuş tüm iyi insanları

 

Cezayir’den, Libya’dan, Haiti’den

   İran’dan, Irak’tan, Suudi Arabistan’dan, Kuveyt’ten

Suriye’den, Mısır’dan, Ürdün’den ve Filistin’den

Zengin olanlar kim

 

Ya Kongo’da insanların ellerini kesenler

Kim Aids’i icat edenler, Kızılderililerin battaniyelerine

Mikropları yerleştirenler

Kim tasarladı “göz yaşı patikalarını”2

 

Maine’i havaya uçuranlar kim

Ve İspanyol Amerikan Savaşını başlatanlar

Sharon’u iktidara taşıyanlar

Batista’yı, Hitler’i, Bilbo’yu,

Chiang kay Çek’i destekleyenler    kim KİM  K İ M /

 

Kim dedi olumlu ayrımcılık3 kaldırılsın

Kalkınma, Yeni Düzen, Yeni Sınır, Büyük Toplum

 

Tom Göt Clarence kimin için Çalışıyor

Kolon’un ağzından kim çıkıyor

Condoleeza’nın ne tür bir sürtük olduğunu kim biliyor

 

Kim ödüyor Connelly’e tahta bir zenci olması için

Kim verdi Dahi Ödülünü aşağı doğru batan insanlara

 

Nkrumah’ı, Bishop’u kim devirdi

Robeson’u zehirleyen kim

    DuBois’i kodese tıkmaya çalışan

Rab Jamil al Amin’e, Rosenberglere, Garvey’e

      Scottsboro Çocukları’na, Hollywood Onlusu’na

Kim komplo kurdu

 

Reichstag’ı kim tutuşturdu

 

Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanacağını kim biliyordu

İkiz Kulelerde çalışan 4000 İsrailli işçiye

Kim dedi o gün evden çıkmayın diye

Neden Sharon geride durdu                               ?

 

Kim, Kim, Kim/

                               Baykuşun infilakı diyor gazeteler

Şeytani yüz görülebilir        Kim     KİM     Kim  KİM

 

Savaştan para kazanan kim

Korku ve yalanlardan nemalananlar

Böyle dünyayı kim ister

Kim dünyanın emperyalizmle, ulusal baskıyla ve terörle

Şiddetle, açlıkla ve yoksullukla yönetilmesini ister.

 

Cehennemin hükümdarı kim?

En güçlü kim

Sizce kim görmüş tanrıyı

Sadece?

 

Ama herkes görmüştür

Şeytanı

 

Bir Baykuşun patlaması gibi

Hayatında beyninde nefsinde

İblisi tanıyan bir Baykuş gibi

Tüm gece, dinlersen bütün gün, bir Baykuş gibi

yangında patlayan. Berbat bir alevde

 çılgın bir köpeğin ıslığı gibi

Soruların yükseldiğini duyuyoruz

 

Cehennem ateşinin asit kusmuğu gibi

Kim ve Kim ve KİM (+) kim kim ^

    Kiiiimm ve Kiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim

Amiri Baraka

1- Beyaz Güney Amerikalıların gizli bir cemaati, 19. Yüzyılda kölelere verilen eşit haklara karşı durmak için kuruldu; siyah insanları baskı altına almak için terörist taktikler kullandılar.

2-  “Trail of Tears” ya da Cherokee dilinde (“Nunna daul Tsuny“).  Yerlilerin üzerinde ağladığı patika. 1830’larda Amerikan başkanı Jackson’un “Kızılderililerin Ortadan Kaldırılması Yasası”nı onaylamasıyla başlayan yerinden ve yurdundan edilme projesi, ve soykırımlar. Yurdundan sürülen yerlilerin yaşamak için çıktığı ve binlercesinin öldüğü yolculuğun ismidir.

3- (affirmative action) geçmişte kadınlara ve azınlıklara karşı yapılan ayrıcalığı, ekonomik ve eğitim fırsatlarını yükselterek telafi etmek için tasarlanmış siyasi yöntem.

Kategoriler:Eleştiri, güncel, son sayı, Şiir

Manifestolar Hep Yanı Başımda Oldu

19 Nisan 2012 Yorum bırakın

Çevremizdeki bir imgeye anlam verecek kavrayış mekanizmalarını geliştirmeden çok önce, onun yüzeydeki davranış biçimleri tarafından cezbedilmemiz söz konusudur. [i] Çevremizdeki imgeler bizi içine çeker, gördüklerimizden görülemeyene doğru çekiliriz. Kekeleyen veya gözlerini fazla kırpıştıran bir modeli gözlemlerken dudak hareketleri yapar veya göz kırpışlarımızı artırırız. Darian Leader’ın, Lacan’dan yararlanarak yaptığı bu akıl yürütme için verdiği bir örnek de var: 1932’de yapılan bir araştırmada bir bölgede yaşayan seksen bin kadar kuşun midesi açılmış. Bulundukları doğal ortamın renklerini alarak çevreyi çok iyi taklit eden böceklerin, bunu yapamayan böceklerden hiç de daha az sayıda avlanmadığı görülmüş. Yani üzerinde durduğu dalın rengini alan bir çekirgeye, bu özelliğin hiçbir korunma sağlamadığı gözlemlenmiş.

Çevreyi taklit, bir korunma stratejisi değilse nedir? Konu insan olduğunda Lacan, ayna sayesinde insanın kusurlu bir varlık olan kendini, çevrenin kusursuz bir parçası olarak görmek zorunda kaldığını ve böylece kendi bütünsel-kusursuz imgesine doğru çekildiğini belirtir. Bütün yapıp etmelerimiz bir ucundan bütünleşmekle (integrity) ilgilidir.

Elbette, bu durum sanatı da çok yakından ilgilendiriyor: İnsani deneyimimizi bütünleştirmek için şiir yazıyor değiliz belki, ama sanat dâhil her türlü yapıp etmelerimizin bütünlük duygusuyla ilgili bir tarafı vardır. Kendisine bütünlüklü bir öykü yaratmak için didinen insan, tarihine, coğrafyasına benzemekten geri duramayınca, yapıp ettiği her şey, bütün insani deneyimi bir “bağlamda” mümkün ve anlamlı hale gelir. Sanat eserinin bağlamı, esere katılır, eserle ilişkiye girer ve eseri bir türlü ya da öbür türlü anlamlandırmamıza yol açar.

Anlamak için taklit ederiz. “Anlam” dediğimiz şey, ancak bir ilişki içinde, bir bağlamda var olabilir. Bir eserle o eserin kendini içinde bulduğu yer arasındaki ilişki, örneğin “çocuk ressam olup olamayacağı” tartışmasında belirginleşir. Bağlamın sanatın muhtevasına “karıştığı”, sanatı nasıl yaşadığımızla ilgili olduğu bir aralık var. Örneğin, bir resmi Louvre Müzesinde bir duvarda mı, yoksa Dolmabahçe Sarayının duvarlarında mı gördüğümüzün o resmi nasıl anlamlandırdığımızla yakın bir ilgisi var. [ii] 

Çok fazla bu eser ve bağlam (ve bu arada üçgeni tamamlamak için “babanın adı” veya “eserin adı”) metafiziğine girmeden devam etmeden önce birkaç saptama yapmam gerek: Elbette ki sanat eseri işgal ettiği yer demek değildir ve elbette ki “bağlamı göz ardı edemezsiniz” derken “konjonktür her şeydir” demek istemiyorum. [iii] Bir eserin bir yeri işgal etmeye değip değmeyeceği konusunda tüm toplumun bir anlaşmaya varması hiçbir zaman mümkün olmadı. [iv] 

Genel olarak, manifestolar iki şiir arasındaki boşlukları doldurur, şiirin üzerine asıldığı duvarı, dışarıdaki bağlamı, zemini belirtir, şiire bir çerçeve sunar. Manifesto kelimesinin anlamı, duyurucunun niyetlerin, dürtülerin veya görüşlerini duyurmak için yapılan yazılı açıklama. Şiirin kendisi bir manifestodan başka nedir ki? İlk insanın çıkarttığı ilk sesin içerdiği ilk kelimelerin anlamı şuydu: İşte Geldik! Bu kendi başına bile bir şiirdi; sadece“kendi”nin bir manifestasyonu değil, bu bir devrimin kendini dünyaya bildirmesiydi. Her şeyin tekdüzeleşmesine karşı basitçe “ben buyum” diyen bir manifesto bazen kişisel bir radikal devrim demekti.

Birlikte işleyerek sanat eserinin anlamamıza yardımcı olan bağlamı veya uzamı “etkilemek” adına sanatçının yapabileceği nedir ve ne kadardır? Çok az! Sanatçının dünyada kapladığı yerden, eserin dünyada kapladığı yere doğru bir “anlam” aktarımı olacaksa, bu aktarım, çok sınırlı bir kanalda, çok acele bir çerçeve içinde, ancak ve ancak periyodik yayınlarda yayınlanan manifestolar ve bazı özel eleştiri/inceleme yazıları şeklinde gerçekleşebilir. Dergilerin kara, resimsiz sayfaları, bağlamı yaratmak için değil belki, ama etkilemek içindir. Aslına bakarsanız tüm tartışma, neyi tartışıyor olmamız gerektiği üzerine; dergiler de bunun için vardır: Gündemin ne olması gerektiği tartışması.

Daha önce de bir yerde yazdığım gibi kimsenin herhangi bir kredi vermeden, mirasını har vurup harman savurduğu hırçın dergi Edebiyat Dostları’nda bir kural vardı: Bir şairin bir şiirini basmadan önce kendisinden bir “edebiyat yazısı” isteniyordu. Şimdi düşününce, bu kuralın yukarıda çizdiğim çerçeve içinde bir sonuç elde etmek için olduğunu anlıyorum: Çağına benzemek şairi korumadığı gibi, ortama uymak, çevre adamı olmak, ortalama kanaatlerle yetinmek de şairi koruyan davranışlar değildir. Her şair şiirini hangi bağlam içinde okuyacağımızı bize öğretmek için elinden geleni yapmakla işe başlamalı.

Bitmeyen 1980 darbesinden zulüm görmüş olmanın rahat haklılığına yaslanarak o günlerde pervasızca vurdumduymaz olabilen edebi çevreye karşı korunmak için daha çok içine kapanan ve bu nedenle ahlaki bütünlük duygusunu epey abartarak püritenliğin kapılarına dayanan Edebiyat Dostları yazarları arasında taze ürünlerini vermiş ve bu derginin temsil ettiği anarşist tavır için hissettikleri tutkulu inançla aynı edebi çevreye karşı şiddetli eleştirilerde bulundukları için edebiyata girmeden çıkmış olan genç dergi şairlerinin, Cağaloğlu’ndaki dergi kapısını çaldıkları andan itibaren edindikleri bu tür bir ahlak vardı. Beni yetiştiren Türk Edebiyatı buydu: Öfkelidir ama nezihtir.

İşte bu Türk Edebiyat dünyasının sıradan bir neferi olarak manifestolar hep yanı başımda oldu; yastığımın altında veya yanında, yeni ayakkabılar gibi, aklıma geldikçe heyecanlandıran. Manifestolarla uzun süreli kişisel bir ilişkim oldu: Nerede bulduysam yoğun bir ilgiyle okudum, birçoğu karşısında kalakaldım, bir kaçına karşı çıktım, bir kaçına yürekten inandım, üç beşini kaleme aldım, birkaç tanesine çok güldüm, çoğunu aklımın bir köşesinde biriktirmek istedim, ama biriktirebildim mi emin değilim.

Bugüne kadar özellikle ilgilendirmiş olan manifestolar var: Edebiyat Dostları’nın çıkış bildirisinin başlığı bile aslında her şeyi anlatıyordu: “Sanat Çatışmadır, Birleştirir.” Hüsamettin Çetinkaya’nın Akif Kurtuluş şiiri hakkındaki incelemesi: “Olumsuz Şiir”. Beyaz Manto’da yayınlanan, yazılmasına katıldığım iki manifesto: “İktidar: Huzur Verir!” ve “İnsan Haklarına Alternatif: Kişi Hakları”. Turgut Uyar tarafından kaleme alınan “Efendimiz Acemilik” ve “Şiir Çıkmazdadır”. Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman”ı. Edip Cansever’in “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire”si. Tarafımdan yazılan “Bir Erdem Olarak Kekeme Büyük Türk Şiiri”. Bunlar benim için hayati bildirilerdir, köşe taşlarıdır. Hepsi de şehvetle yazılmış, hatta kendilerini yazdırmışlardır. Yazarlarını kaleme almış yazılar oldukları iddia edilebilir. Yol açmak için vardırlar. Bunu başarırılar veya başarmazlar ama varlık nedenleri budur.

1980 sonlarında Broy Dergisi yazarları tarafından, 1970’lere dair naif bir solculuk alfabesiyle ve öğretmence bir tavır ve geride kalmış bir tarihsel döneme dair yüklü bir nostaljiyle kaleme alınmış olan ve o zamanlar çok ciddiye alınmayan “Yeni Bütün Manifestosu”nun bile can yaka yaka yazıldığı her halinden belliydi. İsmi bile parçalanmaya (işkenceye?) karşı bir direnme çağrısı taşıyordu.

Bu kısa yazıda sadece manifestolardan değil, bir sanat eserinin bağlamını oluşturan şeylerden söz ediyorum. Bu tür yazıların teorikleştirilemeyen bir tarafı vardır (contingent); yazının yaşama en yakın olduğu bir aralıkta yer alırlar; bu anlamda, kulağa biraz sert bir yankı bıraksa da “kanla imzalanırlar” dense yeridir.

Adı manifesto olsun veya olmasın, kendini tutkuyla yazdırmış her metin, can acısı, tutkusu kadar gençtir. [v] Manifestoların sonucu bazen edebi çevreler ortaya çıkabilir; genellikle olmaz ama olabilir, ancak yakın zamana kadar Türk Edebiyatı sırf bir çevre veya bir isim (!) oluştursun diye koltuğun arkasına yaslanarak yazılmış, serin (cool) manifestolara alışık değildi, bunları da gördük.

Oysa aynı geriye yaslanmış duruş içinde, sık sık “şiir okunmuyor”, “şiir kitapları satmıyor” diye yakınsak da, şiiri hâlâ kaybetmedik ve kaybetmeye de henüz hiç hazır değiliz. Sıkça anılan bir Adorno deyişi vardır: Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz, demiştir. Bugüne kadar fazla yorumlanması nedeniyle artık neredeyse klişeleşmiş olan bu sözün, hangi bağlamda söylendiğine, ne anlama geldiğine, vb. hiç girmeden bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bu söz neden yürek hoplatıyor? Tekrar: Şiiri kaybetmeye hiç hazır değiliz, hiç şiir içermeyen bir hayatı hâlâ kimse düşünemiyor.

Şiir işlevini (her neyse o işlev) hâlâ tüketmedi. Adorno’nun söylediği sözün arkasında, şiire dair, şiirin dünyadaki yerine dair müthiş bir inancın yer aldığı hissedilmiyor mu? İşte ancak, bu tür bir tutkuyla yazılabilirdi ve yazıldı 2. Dünya Savaşı sonrasında şiir: Somut Şiir, Beat Şiiri, İkinci Yeni, Gizdöküm Şiiri, Şamar Şiiri, vb. Bu inançla yazılan her şiir, zaten kendi başına bir manifestoydu.

Ama: Şiirinizin saçları dökülmeye başlamışsa, yani o güne kadar sizin için çizilmiş (veya sizin, sizin için çizilmesine ses çıkartmadığınız) çerçeveden hoşnut değilseniz, bunu geç bir yaşta yapmak zorunda kalabilirsiniz. Bu durumda düzeltilmesi gereken çok fazla sayıda yanlışın bir etiketle alnınıza yapıştırılmış olması olasılığı yüksektir. Siz bunu yapmaktan kaçsanız da, bu sizin adınıza yapılacaktır. Örneğin uyuşturucu, eşcinsellik ve anarşizm üçgeninde, bulanık tanımlamalarla yetiniyor bir şair veya “müslüman şair”, “solcu şair”, “kürt şair” veya “deneyci şair” bağlamında ele alınmakla idare ediyor olabilirsiniz. Bu çok genel geçer tanımlar, eninde sonunda bir gün dar gelecek gömlekler gibidir. Çok geç olduktan sonra yaşlı bir sesle yapmak zorunda kalacağınız düzeltmeler, büyük olasılıkla tüm şiirinizin geriye dönük bir okumasıyla sonuçlanmayacaktır.

Şimdi bu, oturup herkes sadece kendi şiirlerinden bahsetsin gibi bir şey değil elbette, ama kendine anlamlı bir tarih (isteyen buna poetika da diyebilir) yaratmak bir vazife değilse de her şairin hakkıdır. Ortalık kendilerini savunurken ölen şiirlerden geçilmiyor, bazılarını anlamaya yönelik daha fazla malzemeye sahip olmak hayatı daha ilginçleştirebilir miydi?   


[i] Darian Leader, Mona Lisa Kaçırıldı, Ayrıntı Yayınları, 2004, s.30-33.

[ii] Şiirin hangi dergide sunulduğu, o dergide hangi şiirin sunulduğu, o dergide başka hangi şiirlerle birlikte yer aldığı, derginin neresinde nasıl sunulduğu bazen şiirin içinde ne olduğu kadar önemlidir. Burada editörlerin şiir seçiciliklerinin ve masa üstü yayıncılık (dizgi, sayfaya bir resim olarak bakabilme, vb.) yeteneklerinin edebi bir önem kazanmaya başladığı ince bir çizgi vardır. Bir sayfada birden çok şiir basan dergilerde de bir şiirin sadece içeriğine indirgendiğine, sunumunun özensizliğinin o şiirleri çoğu zaman azalttığına sık şahit oldum.

[iii] Şiir yazmak ile şiir üzerine yazmak arasında bir rekabet ilişkisi gören Burak Acar’ın sözlerinde bir doğruluk payı olabilir, ama yapmak istediği düzeltme tartışmanın ana rotasını etkilemiyor. Netice olarak kendisini şiir üzerine söz almak zorunda hissetmiş bir kimse, kendi önermesinin önemini önemsizleştirmeden “şiir yazmak, şiir üzerine yazmaktan daha mühim bir mesele” önermesini ileri süremez. Elinde kalem önünde kağıt “şimdi şiir mi yazsam, yoksa şiir üzerine mi yazsam” diye, zamanını neye ayıracağını bilemeyen bir tür şair (!) de vardır eminim, ama ben ondan söz etmiyorum. “Yazmazsa insanı öldürecek şeyler yazan”lar içinse şiir yazmanın ve şiir üzerine yazmanın yeri ve zamanı zaten ayrı olsa gerek. Burak Acar, Şiir Üzerine Üzerine, Mahfil, 11 Temmuz 2008, S. 26.

[iv] Darian Leader, agy, s.19, 34, 69, 77, 78, 87, 119, 166.

[v] Uzun zamandır “genç” olarak nitelendirilmiyorum. Ben de “genç şair” nitelemesine bozulurdum gençken. Ama şimdi yeniden düşünüyorum da, genç şair şu mu demekti acaba: Hâlâ kendinden bir manifesto bekleyebileceğimiz şair? Öte yandan, 40 yaşın da şair için bir önemi vardır, “akıl yaşı” da derler. Aslında acaba manifesto yazabilme yeteneğinin kaybedildiği ya da bundan vazgeçildiği yaş mıdır? Bu sayıları belki nüfus cüzdanındaki rakamlar olarak düşünmemek lazım; tavır ve davranışları 50’yi çoktan devirmiş 20’li, 30’lu yaşlarda birçok “genç olmayan şair”  var.

Enis Akın (Karayazı Edebiyat, S. 3)

‘genç bir ba­yan şa­ire mek­tup’ Rainer Marie Rilke (çev. Kamuran Şipal)

15 Nisan 2012 Yorum bırakın

Rilke Rainer Maria, 4 Aralık 1875 Prag, 29 Aralık Val-Mont (İsviçre)

‘Genç bir ba­yan şa­ire mek­tup’*

 Ma­yıs­ta

He­nüz ma­yıs ayın­da­yız, ama çok­tan baş­la­dı yak­ma­ya

Gü­neş.

Ya­ba­na­rı­la­rı­nın vı­zıl­tı­sı ve ya­nı­ ba­şım­da çi­men­ler üze­rin­de

Su­sa­mış kö­pe­ğim

Mor baş­çık­la­rıy­la sar­ma­şı­ğın

Bü­kül­müş boy­nu

Can atı­yor din­le­nme­ye. Ben de.–

İlk oku­du­ğum­dan bu ya­na sık sık ak­lı­ma ge­len bu şi­iri tek ba­şı­na si­ze yol­la­ma­yı ne çok is­ter­dim bilseniz. De­ğe­ri ko­nu­sun­da bir yar­gı an­la­mı­na da gelir­di bu. Hat­ta bel­ki de aşa­ğı­da­ki sa­tır­lar­da açı­ğa vu­ru­la­n dü­şün­ce­le­rin öte­sin­de bir yar­gı; öy­le ya, tartıla­ra vu­ru­lup se­çil­miş söz­cük­le­rin tü­mü de dizelerden uzak­la­şıp güç be­la ken­di yol­cu­luk­la­rın­dan söz et­me­ye baş­lar.

Si­zin bu şi­ir­le­rin ta­şı­dık­la­rı an­lam ko­nu­sun­da bir şey di­ye­bil­mek için, ön­ce şi­irin ne ol­du­ğu­na bak­mak ge­re­ki­yor. Bu ko­nu­da da il­kin şu­nu söy­le­ye­bi­li­riz: Şiir­ler dü­şün­ce­le­rin de­ğil, şük­ran duy­gu­la­rı­nın dı­şa vu­ru­mu­dur. An­lam­lar­dan de­ğil, öz­lem­ler­den kal­ka­rak yo­la ko­yu­lur şi­ir­, dağ­la­rı ve ağaç­la­rı, ev­le­ri ve sü­rü­le­ri be­tim­le­mek­le ken­di­ni ger­çek­leş­ti­re­bil­me­si düşünülemez. As­la gü­lün­me­miş bir gü­lüş­tür şi­ir, iyi­ce açıl­mış göz­ler­le ağ­la­na­ma­mış bir ağıt­tır. Ya da bir teh­li­ke­dir an­la­mı kav­ra­na­ma­mış, ya da bir mey­ve olgun­laş­ma­dan kal­mış. Bir ova­yı anım­sa­ma­dır ya da anım­sa­ma bir ta­rih­te gö­rül­müş bir dü­şü, bir ku­le­yi ya da ço­cuk­ken bir yer­de kar­şı­la­şıl­mış. Bir sev­gi­dir şi­ir, bir kim­se­nin bu­lu­nup da ar­ma­ğan edi­le­me­di­ği, yitirilmiş bir sev­gi­ ya da ka­ran­lık bir kal­bin içi­ne düşü­rül­müş el­den. Bir inanç­tır ya da için­de kuş­ku­la­rın ye­şer­me­ye baş­la­dı­ğı, bir kuş­ku­dur bel­li bir ey­le­mi ger­çek­leş­ti­re­cek gü­ce ka­vuş­muş ya da bir güç er­gin du­ru­ma gel­miş, öy­ley­ken ya­şam­da ne üne ne hu­zu­ra ka­vu­şa­ma­mış bir tür­lü.

Ve bu­na ben­zer da­ha pek çok ya da…

Bir kez bu­ra­ya ka­dar söy­le­nen­ler­den or­ta­ya çı­kan bir ger­çek var: Şi­ir­le­rin ken­di­le­rin­de göz­le­ri­ni ha­ya­ta aça­ca­ğı in­san­lar, baş­ka­la­rıy­la dü­şüp kal­kar­ken sergiledik­le­ri alı­şı­la­gel­miş dav­ra­nış­la­rın ya­nın­da ve ar­ka­sın­da if­şa edil­me­miş duy­gu­lar­dan bir ha­zi­ne­yi elle­rin­de bu­lun­du­ran ki­şi­ler, duy­gu­la­rın ala­bil­di­ği­ne yal­nız ya­şam­la­rı için­den mut­lu bir ava­re­lik­le, görkemli ve ya­ban­cı, yü­rü­yüp git­ti­ği ki­şi­ler­dir an­cak. Şi­ir­ler, kim­se­nin ken­di­le­rin­den mer­ha­met di­le­me­di­ği Tan­rı­la­ra ben­zer, kay­gı ve ta­sa­dan uzak ve bah­ti­yar. Ama der­ken sa­bır­sız­lık  gün ışı­ğı­na çık­ma­ya ça­ğı­rır on­la­rı, bü­tün gü­zel­lik­le­riy­le pa­rıl­da­yıp du­ran cen­net me­kân­la­rı­nı bı­ra­kıp, rast­ge­le kas­vet­li bir yal­nız­lık­tan içe­ri ayak at­ma­la­rı için ken­di­le­ri­ne yal­va­rıp ya­ka­rır bu sa­bır­sız­lık… ve şi­ir­ler çı­kıp gel­dik­le­ri ye­ni me­kâ­nın eşi­ğin­de çıp­lak­lık­la­rın­dan uta­nıp sı­kı­lır, di­ye­lim bir kır man­za­ra­sıy­la ör­tün­mek is­ter bu prens­ler ya da mimik­le­ri­ni bir mask gi­bi bel­li bir ya­şan­tı­nın arkasında sak­lı tut­ma­ya ça­lı­şır­lar. Olay­lar ve im­ge­ler ar­ka­sın­da giz­le­ne­rek, say­gı­lı, saf ve te­miz ki­şi­ler­ce ele ge­çi­ril­me­le­ri­ne izin ve­rir­ler, ama de­rin­lik­ten uzak kişi­le­re ya­ban­cı, ya­şam için­de yer­ alır­lar.

Do­la­yı­sıy­la iki şey ge­re­kmek­te­dir şi­ir için: Günlük ya­şam­la düş ya­şa­mı­nın bü­tün duy­gu­la­rı­ndan ay­rı de­rin­lik­li duy­gu­la­ra sa­hip ol­mak. Öy­le duy­gu­lar ki, bü­yük do­laş­ım için­de yer al­maz­lar, san­ki o ser­sem, o sa­ğır kal­p çev­re­sin­de de­ğil de da­ha al­be­ni­li bir gü­ne­şin çev­re­sin­de dö­nüp do­la­nır, yö­rün­ge­ler çi­zer­ler ken­di­le­ri­ne…

Si­zin şi­ir­ler böy­le duy­gu­lar içe­ri­yor mu üs­tü ka­pa­lı?

Evet.

Pe­ki bu şi­ir­le­ri ya­zan bir şa­ir mi­dir?

Bu so­run böy­le ba­sit bir yol­dan çö­zü­me kavuşturu­la­maz. Bir şa­ir­dir bel­ki bu ki­şi… an­cak genç­tir he­nüz.

Çün­kü genç ve du­yar­lı in­san­la­rın bir sü­re şa­ir­le­re ben­ze­dik­le­ri gö­rü­lür. Bu ki­şi­ler ele ve­ril­me­miş, ken­di mah­re­mi­yet­le­ri için­de taht kur­muş otu­ran duy­gu­lar­dan bir ha­zi­ne­yi iç­le­rin­de ba­rın­dı­rır ve söz ko­nu­su duygular sey­rek ola­rak ken­di ken­di­le­ri­ne yö­nelt­tik­le­ri ya­ka­rış­la­rı ve ken­di koy­duk­la­rı buy­ruk­la­rı­ ku­şa­na­rak bir ge­çit res­mi­ne çı­kar­lar.

Ne var ki, genç in­san­lar bu duy­gu­la­rı gün­lük yaşam­la­rı­nın dı­şın­da tu­tar ve on­lar­la te­ma­sa gelmemeye ça­lı­şır­lar, bu­nun da ne­de­ni, öz­gür­lük­ten uzak ya­şam­la­rı­nın o dar kap­sam­lı dış me­kâ­nın­da bu duy­gu­lar­ın an­cak bi­ra­zın­dan ya­rar­la­na­bil­me­le­ri­dir.

Kı­sa­ca genç şa­ir­ler­de bi­rik­ti­ril­miş duy­gu­lar­dır bun­lar, bol­luk­tan de­ğil, har­ca­ma ola­nak­sız­lı­ğıy­la başvu­rul­muş bir tu­tum­lu­luk­tan kay­nak­la­nır­lar; bir mah­kû­mun ce­za evin­de işe ya­ra­ma­yan pa­ra­sı­nı boş ye­re bi­rik­tir­me­si gi­bi­dir tıp­kı. İle­ri­de bu genç­ler eğitim­le­ri­ni ve dar ya­şam­la­rı­nı ge­ri­de bı­ra­kıp, antreden ge­çe­rek ha­ya­tın ge­niş sa­lon­la­rı­na ayak at­tı­lar mı, el­le­rin­de­ ve avuç­la­rın­da­ki­ni ge­ri­de hiç­bir şey kalma­yın­ca­ya ka­dar har­ca­yıp tü­ke­tir­ler. Baş­ka­la­rıy­la öz­gür­lük için­de ve yo­ğun ola­rak dü­şüp kalk­ma­la­rı sonu­cu el­den çı­ka­rır­lar ken­di­le­ri­ni, iç­le­rin­de­ ba­rın­dı­ra­bil­dik­le­ri te­da­vül­de ge­çer­li al­tın pa­ra­lar su­yu­nu çeker, yal­nız­ca dar bir ala­na sı­kış­mış, diz­gi­ne vurulmuş, kas­vet­li genç­lik­le­rin­den olu­şan şa­ir­lik­le­ri­ni böy­le­ce ye­le ve­rir­ler. Bun­dan böy­le har­ca­yıp tüketmedik­le­ri bir gü­lüş, acı­lar­dan so­yut­lan­ma­mış bir ağıt kal­maz ge­ri­de. İç­le­rin­de bek­le­yen her yan­kı­ya kar­şı­lık bir ses yük­se­lir dı­şa­rı­da ve se­ve­cen­lik ve öfke­le­ri­ni, iyi­lik ve kö­tü­lük­le­ri­ni dı­şa­rı­da­ki bir­ta­kım olay­lar, fır­sat­lar, yo­rul­mak bil­me­yen ko­va­la­rın bir kuyu­da­ki su­yu tü­ket­ti­ği gi­bi tü­ke­tir. Ama bu genç şair­ler çok de­rin­lik­li kim­se­ler ola­bi­lir, ye­ter ki iç­le­rin­de­ki ku­yu­lar de­rin ol­sun. Bun­lar tas­ta­mam ken­di zaman­la­rı için­de ya­şa­ya­bi­lir; ama baş­ka­la­rın­da, en değer­li şey­le­ri­nin dav­ra­nış­larla, ey­lem­ler­le ken­di­ni açı­ğa vur­ma­dı­ğı o az sa­yı­da­ki ki­şi­ler­de rast­la­nan gizem­sel­lik çı­kıp gi­der el­le­rin­den.

Şa­ir ola­rak ken­di­le­ri­ni el üs­tün­de tut­tu­ğu­muz pek çok ki­şi bi­li­yo­rum, “ger­çek an­lam­da genç” idi­ler. Son­ra­dan ta­li­hin yüz­le­ri­ne gül­dü­ğü­nü gö­rün­ce, kendile­ri­ni ol­du­ğu gi­bi ha­ya­tın eli­ne tes­lim et­ti­ler. Büyük­len­me­le­ri­nin ayar­tı­sıy­la şa­ir­lik­le­ri­ni de unutama­yıp, ya­şa­mın kı­yı­sın­da kö­şe­s­in­de sür­dür­me­ye ça­lı­şan­lar da gö­rül­dü ara­la­rın­da, or­ta­ya koy­duk­la­rı uydur­ma eser­ler­le ken­di ken­di­le­ri­ni yad­sı­dı­lar ya da sa­bır­sız­lık­la­rın­dan yo­lu şa­şı­rıp ka­ran­lık bir ölüm­de aldı­lar so­lu­ğu…

Bu­ra­dan çı­kan so­nuç şu: gü­nü­müz­de ba­zı ay­dın ki­şi­ler el­le­rin­de­ki avuç­la­rın­da­ki­ni ren­gâ­renk gün­lük ya­şa­ma bu­yur et­mek­te, ye­ter ki ya­şam da ken­di­le­ri­ne azım­san­ma­ya­cak ka­dar bir şey sun­sun kar­şı­lı­ğın­da, ken­di­le­ri­ni mut­lu his­set­me­mek için or­ta­da bir ne­den gör­me­mek­te­dir­ler. Ya­rı­nı iç­le­rin­de ta­şı­yan ve yaşadıkla­rı dün­ya­da onu yer­leş­ti­re­cek bir yer ara­yıp da bu­la­ma­yan ba­zı­la­rı da, bir ge­le­ce­ği ya­şa­mak­ta, di­le ge­tir­dik­le­ri ez­gi bol­lu­ğu kar­şı­sın­da iç­le­ri titremektedir.

Ve bir üçün­cü gu­rup da var­dır ki, ya­rı­nı ve bugünü bir ağır­lık gi­bi du­yum­sar ken­di­sin­de, bunlardan ne ya­rar­la­na­bi­lir ne de bun­la­rı seslendirebilir­. El sü­rül­me­den ka­lan bu­gün, za­man­la geç­mi­şe dö­nü­şür iç­le­rin­de, ken­di­le­ri­ni ih­ti­yar­la­tıp yok­sul­laş­tı­rır; sus­kun­luk için­de­ki ya­rın ise mah­zun bir Tan­rı gi­bi bas­tı­rır üzer­le­ri­ne, elin­den kur­tu­luş olmayan bu Tan­rı­nın kor­ku­su­nu öd­lek öd­lek ya­şa­ya­rak so­nun­da yı­kı­lıp gi­der­ler.

Ama bu in­san­lar­dan söz et­mek de­ğil­di ni­ye­tim, bi­zim ko­nu­da on­la­rın ye­ri yok çün­kü.

Yol­la­nan şi­ir­ler öy­le bi­rin­den çı­kıp ge­li­yor ki, ken­di­ni ile­ri­de bir gü­zel ar­ma­ğan ede­cek­tir bu ki­şi.

Bu­nun için şi­ir­le­ri mi se­çe­cek, yok­sa ya­şa­mı mı, kim bi­le­bi­lir bu­nu? Di­le ge­tir­di­ği o in­ce duy­gu­la­r bolluk­tan mı kay­nak­la­nı­yor, yok­sa zo­run­lu başvurulmuş ta­sar­ruf­lar mı­dır, kim bu­nu kes­ti­re­bi­lir? İle­ri­de­ki öz­gür alış­ve­riş sü­re­cin­de har­ca­na­cak sikkelere mi dö­nü­şe­cek­tir bu duy­gu­lar, yok­sa mihrapla­rın çev­re­si­ne ası­la­cak ve se­rin mah­zen­ler­de­ki karanlık san­dık­la­rı ışık­lan­dı­ra­cak mü­cev­her­le­re mi?

İs­ter zin­ci­re vu­rul­muş­luk­tan ol­sun, is­ter özgürlükten, he­nüz şa­ir­dir söz ko­nu­su ki­şi. Bu­gün mah­rem iti­raf­la­rı­nı şık ve par­lak giy­si­ler için­de, suskun mask­la­rın ve hız­lı kı­lıç­la­rın ge­ri­sin­de oku­yu­cu­la­ra ar­ma­ğan et­me­yi dü­şü­ne­bi­lir he­nüz. Da­ha ön­ce, şi­ir ya­za­cak­lar için iki şe­yin ge­rek­li­li­ği­ni be­lirt­miş­tim, bun­lar­dan bi­rin­ci­si de de­rin­lik­li duy­gu­la­ra sa­hip olmak­tı; ikin­ci­si­ne ge­lin­ce, de­rin­lik­li duy­gu­lar için ger­çek ve soy­lu giy­si­ler­le si­lah­ları ele ge­çir­me­ye ça­lış­mak­tır. Genç bir şa­ir­de bu de­rin­lik­li duy­gu­lar gözle­ri­ni aça­cak ol­du mu, ya­pı­la­cak şey, on­la­rın üzeri­ne otu­ra­ca­ğı sü­tun­la­rı dik­mek, iç­le­rin­de rüz­gâr­lar gi­bi ba­rı­na­cak­la­rı ağaç­la­rı ye­tiş­tir­mek­tir.

Çün­kü her duy­gu, bel­li bir giy­si için­de gör­kem­li bir gö­rü­nüm ser­gi­le­me­yi öz­ler. Şa­ir iti­raf­la­rı­nın her bi­ri­nin için­de en gü­zel bir şe­kil­de yü­rü­ye­ce­ği, için­de ne­fis bir mey­ve gi­bi açı­lıp, ka­bu­ğu­nu ken­di­sin­den itip uzak­laş­tı­ra­ca­ğı, ama yi­ne de ka­bu­ğu için­de ör­tü­lü ve giz­li ka­la­rak, şaş­kın şaş­kın ken­di­si­ne iz­le­yen­le­r arasın­da do­la­şır­ken ta­nın­maz­lı­ğı­nı ko­ru­ya­ca­ğı giy­si­yi ele ge­çir­mek, bu da iş­te şa­irin üs­te­sin­den gel­me­si gere­ken ikin­ci ve bi­rin­ci­sin­den zor bir hü­ner­dir.

Bu hü­ne­rin de yi­ne an­cak kü­çük bir bö­lü­mün­den faz­la­sı öğ­re­ni­le­mez.

Ba­kıp gör­me­mi­zi ge­liş­ti­re­bi­lir, do­la­yı­sıy­la bilgimi­zi da­ha üst bir dü­ze­ye çı­ka­ra­bi­li­riz. Öy­le davran­ma­lı­yız ki, ba­kış­la­rı­mı­zın bir be­lir­siz­lik ve va­kit­siz bir yor­gun­luk­la üze­rin­den şöy­le­ce ge­çip gidişinden do­la­yı bi­zim­le nes­neler ara­sın­da bir uçurum oluş­ma­sın, her şe­ye göz­le­ri­miz­le do­ku­na­lım, her şe­yi se­vip ok­şa­ya­lım ve ök­süz nes­ne­le­rin gön­lü­nü bi­linç­li bir se­ve­cen­lik­le ka­za­na­lım; böy­le dav­ran­dık mı, çev­re­mi­zi sa­rıp ku­şa­tan her şey­de yal­nızca sevinçle­ri­mi­zi, kor­ku­la­rı­mı­zı di­le ge­tir­mek için gereksin­di­ği­miz giy­si­le­rin en şa­ha­ne­le­ri­ni ele geçirmek­le kal­ma­ya­cak, ken­di­mi­zi bir ül­ke­de, aydınlık­lar or­ta­sın­da ala­bil­di­ği­ne bir mut­lu­luk için­de bul­a­cak, nes­ne­le­rin bir ça­re­siz­lik için­de ve usul­ca­cık açı­ğa vur­du­ğu is­te­ği de ye­ri­ne ge­ti­re­rek, on­la­rı özgürlük­le­ri­ne ka­vuş­tur­a­ca­ğız.

Ağır bir tem­poy­la ger­çek­le­şen ruh gö­çün­de bilindi bi­li­ne­li şa­ir­le­rin dü­şün­ce­le­ri nes­ne­ler üzerinden ge­çip git­miş, nes­ne­ler­den her bi­ri de şairlerin on­lar için be­lir­le­di­ği bin­ler­ce de­ği­şik an­la­mı üst­len­mek zo­run­da kal­mış, uzun za­man ger­çek olmaktan uzak sim­ge­le­r al­tın­da acı çek­miş­tir. Ama yeter ki biz­ler sa­bır­lı dav­ra­nıp nes­ne­ler­le ara­mız­da daha ya­kın bir ak­ra­ba­lık kur­ma­ya ve on­la­rı ken­di varlık­la­rın­dan yo­la ko­yu­la­rak da­ha iyi an­la­ma­ya çalışa­lım, içer­dik­le­ri ger­çe­ğe da­ha ya­kın an­lam­la­rı ele geçi­re­bi­lir ve ken­di­le­rin­de ba­rın­dır­dık­la­rı ola­nak­la­rı da­ha doğ­ru sap­ta­ya­bi­li­riz. Bu da gün ge­lip bir şa­ire, her nes­ne­yi ilk an­la­mı’ndan yo­la ko­yu­la­rak kur­tu­lu­şa ka­vuş­tur­ma­nın elin­den çı­kıp gi­de­li hay­li za­man ol­muş ru­hu­nu ken­di­si­ne ye­ni­den ka­zan­dı­rma­nın yo­lu­nu açacak­tır.

Şa­ir­ler­le nes­ne­le­rin bir­bi­ri­ni kar­şı­lık­lı tamamladığı, bi­ri­nin öbü­rü­ne giz­li­ce yar­dım eli­ni uzat­tı­ğı, öbü­rü­nden de yar­dım gör­dü­ğü duy­gu­su, dışımız­da­ki olay­lar kar­şı­sın­da ka­pı­ldı­ğı­mız yadırgama­yı ve ür­kek­li­ği or­ta­dan kal­dır­ma­ya elvermeye­cek mi­dir? Çev­re­miz­le iliş­ki­mi­zin tehlikeler­den arınmasını, yal­nız­lı­ğı­mı­zı yü­cel­tip kapsa­mı da­ha ge­niş bir top­lum­sal­lık içi­ne yerleştirilme­si­ni sağ­la­ma­ya­cak mı­dır? İçi­miz­de uya­na­cak yüz­ler­ce ye­ni iliş­ki ve sevecen­lik, gü­nü­mü­zü ağzına ka­dar ödev­ler­le doldurma­ya­cak mı­dır o zaman?

Öte yan­dan, böy­le bir du­rum­da gün­lük ha­ya­tın o dar gö­rüş­lü amaç­la­rı uğ­run­da sür­dür­dü­ğü­müz bir yaşam­da­kin­den da­ha de­ğer­li, da­ha yü­ce bir nef­ret ve sert­lik duy­gu­su­nu öğ­ren­miş ol­ma­ya­cak mı­yız o zaman? Ya­ni in­cin­miş­lik­le­ri­mi­zi, yaralanmışlıklarımızı öd­lek­çe sak­la­yıp giz­le­me­yen, da­ha da­ya­nık­lı ki­şi­le­re dö­nüş­tür­me­ye­cek mi­dir bu bizi. Ve an­sı­zın bir sı­zı bir sa­ban gi­bi, da­ha ön­ce varlı­ğı­mı­zın iş­len­me­den öy­le­ce bı­ra­kı­lmış, kös­nül, kuyu­la­r­dan uzak bir par­ça­sı üze­rin­den ge­çip git­me­ye­cek mi­dir?

Bir yer­de bir esin­ti ara­da­ki sı­nır­la­rı alıp götürecek, bir fır­tı­na du­var­la­rı aşıp ge­çe­cek ar­ka­ya ve fır­tı­na için­de bir ses yük­se­le­cek ve dört bir yan­da hoş gel­din de­yip ku­cak aç­ma­lar, iyi­lik­se­ver­lik­le el uzatma­lar bir­bi­ri­ni iz­le­ye­cek­tir. Ve kar­şı­la­ma­lar, kabul­ler ve gös­te­ri­len say­gı­lar, bü­tün o yok­sul olayların sır­tı­na er­gu­van renk­li kaf­ta­nı­nı ge­çi­re­cek­tir. Ve biz­ler gö­zü yaş­lı ki­şi­ler ol­mak­tan çı­kıp, çok ge­niş bir çev­re­nin acı­la­rı­nı du­yum­sa­yan ki­şi­le­re dönüşeceğiz ve tüm se­vinç­le­ri­mizin dal­ga­la­nan bayrak­la­rın­da bi­zim renk­le­ri­miz yer ala­cak­tır.

Ken­di­le­ri­ne du­ya­ca­ğı­mız gü­ven dı­şın­da nesnelerin bu den­li ya­kı­nı­na so­kul­ma­mı­zı sağ­la­ya­cak bir baş­ka şey da­ha var­dır: İz­le­nim ve anı­la­rı­mız­dan ay­rıl­ma­ya­rak, ko­yu­la­cak­la­rı ala­bil­di­ği­ne ıs­sız yol­lar­da gö­nül­den ve ina­na­rak peş­le­ri­ne ta­kıl­mak, va­tan­la­rı olan uzak­lar­da­ki ova­ya va­rın­ca­ya ve çi­çek­le­rin ve ağaç­la­rın, dağ­la­rın ve ka­le­le­rin ya­nın­da kar­deş kar­deş ve al­çak­gö­nül­lü di­kil­dik­le­ri­ni gö­re­ne ka­dar arkalarından bak­mak. Çün­kü ora­da, ya­ni çocukluğumuz­da adil ve saf­tır iz­le­nim ve anı­la­rı­mız. Güç ve be­ce­ri­le­ri­mi­zin çe­kir­de­ği bu ço­cuk­luk­ta saklıdır.

Ora­sı­dır baş­la­na­cak yer. Say­ma işi­ne ko­yu­lur­ken her za­man baş­vu­ra­bi­le­ce­ği­miz o ak pak Be­yaz oradadır. Ge­li­şip ol­gun­laş­mak is­ti­yor­sak, uzun bir yolu ge­ri­de bı­ra­kıp ora­ya dön­mek zo­run­da­yız.

Her kim ye­ti­ni­lir­lik­ten ala­bil­di­ği­ne uzak, yorgunluk ne­dir bil­mek­si­zin bu ge­le­ce­ğe bi­le­rek ve iste­ye­rek dö­ner, onun ge­le­cek­ten çı­kıp gel­di­ği ve çizdi­ği yö­rün­ge­nin or­ta­sın­da par­lak­lı­ğı gö­zü­mü­zü kamaş­tı­ra­cak bir gü­ne­şi ba­rın­dır­dı­ğı sak­lı kalmayacak­tır. De­mek is­te­di­ğim, dav­ra­nı­şı­mı­zı iki şey be­lir­le­r: bi­rin­ci­si var ol­ma­ya yö­ne­lik öz­lem­dir ve bu öz­lem bi­zi, bil­me­di­ği­miz ye­rle­re, uzak­la­ra, in­ce­le­nip araş­tı­rı­la­bi­lir böl­ge­le­re çe­kip gö­tü­rür. İkin­ci­si ise özle­min ken­di­si­ne du­yu­la­cak öz­lem­dir; bu öz­lem de kar­şı­sı­na çı­kan bü­tün sarp yol­la­rı eğip bü­ke­rek, boyun­du­ru­ğu al­tı­na ala­rak uzak­lar­da­ki o çı­kıp gel­di­ği baş­lan­gıç ye­ri­ne ulaş­tı­rır bi­zi.

En uzun yo­lu ar­şın­la­yan he­de­fe va­rır di­ye bir şey yok­tur… Böy­le bi­ri ya­ban­cı di­yar­lar­da yi­tip gi­der ve rast­ge­le bir yer­de al­nı taş­lar üze­rin­de, to­za top­ra­ğa bu­lan­mış ola­rak can ve­rir. An­cak ala­bil­di­ği­ne uzun yo­lu te­pe­rek baş­lan­gıç ye­ri­ne, ço­cuk­lu­ğu­na dö­ne­bi­len ki­şi­dir ki, böy­le bir yol­cu­luk­tan son­ra to­ka­la­rı­nı açıp çı­ka­rır aya­ğın­da­ki san­dal­la­rı, ban­yo ken­di­si­ni bek­ler, ak­şam sof­ra­sın­da­ki yer ken­di­si­ni bek­ler.

Ger­çek­ten: Ço­cuk­luk bir ay­na­dır sa­na­tı yan­sı­tan. Gün ge­lip yer­yü­zün­de var ola­ca­ğı düş­le­nen güzellikten bir pa­rıl­tı­dır. Bir söz­ve­ri­dir ile­ri­ye yönelik, kal­bi­mi­zin bir kut­sa­nı­şı­dır. Da­ha ilk adımlarımı­zı atar­ken ya­nı­mız­dan ay­rıl­ma­yan bir Tanrı, her şe­yi isim­le­riy­le ta­nı­tır bi­ze, o ko­ru­yup kolla­yı­cı söz­le­ri ise  biz­ler için isim­ler­den de değerlidir. Gü­lüm­ser bi­ze Tan­rı ve biz­ler nes­ne­le­re ba­kar, öz­le­mi­ni çek­tik­le­ri ruh­la­rı gö­rü­rüz, -su­sar Tanrı,- ve biz­ler gü­müş­sü ses­siz­li­ğin do­ku­sun­da­ki iplik­ler­den her bi­ri­ni du­yum­sa­rız. Tan­rı ko­nuş­tu mu, se­si bin­ler­ce de­ği­şik ton­da tüm çat­lak ve ya­rık­lar­dan çı­kıp ge­lir ku­lak­la­rı­mı­za. Hiç­bir so­ru, No­el ağa­cı­nın ba­şın­da­ki bir ök­süz ço­cuk gi­bi bir ke­nar­da di­ki­lip durmaz tek ba­şı­na. Her nes­ne­den sez­gi­ler­le yük­lü bir ya­nıt uzak­tan kal­dı­rır el­le­ri­ni, kü­çük kor­ku­la­rı­mı­za öpü­cük­ler kon­du­rur se­rin ve tat­lı, bir be­şik gi­bi kolların­da sal­la­ya­rak on­la­rı ha­ri­ku­la­de bir uy­ku­ya daldı­rır.

Ve şa­ire yar­dım eli­ni uza­ta­cak iki şe­ye dö­ner­sek, nes­ne­le­re bak­mak, nes­ne­le­rin göz­le­ri­nin içi­ne bakmak­tır bun­lar­dan bi­ri. Ve her nes­ne­nin çocukluğumuz­da biz­ler için ta­şı­dı­ğı an­lam üze­rin­de dü­şü­nüp ta­şın­mak­tır. Ço­cuk­luk gün­le­rin­de ya­şan­mış işi­til­me­dik güç­te bir kor­kuy­la kı­yas­la­ya­rak, şim­di yaşa­dı­ğı­mız bir kor­ku­nun bü­yük­lü­ğü­nü be­lir­le­mek ve bir za­man ya­şan­mış mut­lu bir duy­gu­dan to­par­la­nıp ken­di­ne gel­me­si için se­vin­ce za­man ta­nı­mak­tır, kökleri çev­re­le­yen o sı­ca­cık ka­ran­lık dı­şın­da bir baş­ka ka­ran­lı­ğı sev­me­mek­tir. Şim­di ya­şa­ya­ca­ğı­mız bir sevgi­yi, za­val­lı nes­ne­le­re kar­şı gön­lü­müz­de bir za­man ya­şat­tı­ğı­mız ilk du­yar­lık­la kar­şı­laş­tır­mak­tır. Şim­di hisse­de­ce­ği­miz, du­ya­ca­ğı­mız her eği­li­mi, ço­cuk­luk­ta bir be­be­ğe ya da bir el to­pu­na gös­te­ril­miş ol­du­ğu­nu anım­sa­ya­rak kü­çüm­se­mek ve her öz­le­mi ço­cuk­luk­ta tü­müy­le Tan­rı­ya gös­te­ril­miş ol­du­ğu duy­gu­suy­la yücelt­mek­tir.

O za­man her şe­yi si­ne­ye çek­mek bir teh­li­ke­yi içer­me­ye­cek, içi­miz­de­ki ce­sa­re­tin bi­ze de­rin­lik­li bir şi­ir­de mi, yok­sa çok renk­li bir ya­şa­ma ku­cak aç­mak­ta mı so­luk al­dı­ra­ca­ğı­nı ra­hat­lık­la bek­le­yip görebileceğiz.

Schmar­gen­dorf, Vil­la Waldf­ri­eden, 7 Nisan 1899

* Mektubun yollandığı kişi.Breslaubölgesinde Tinz kentinde yaşayan Froylayn Charlotte Scholtz idi. Froylayn Scholz, daha önce Rilke’ye şiirlerini yollamıştı (Ç.N.).

Çev. Kamuran Şipal (Karayazı Edebiyat, S. 10)

arkadaş z. özger şiir ödülü 2012

13 Nisan 2012 1 yorum

BASIN  BİLDİRİSİ
                                                                                                                   13 Nisan 2012
 
Mayıs Yayınları’nca bu yıl onyedincisi düzenlenen
Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü” Murat Acar’a verildi.
 
Sina Akyol, Orhan Alkaya, Murat Çakır, Suat Çelebi ve Gökben Derviş’ten oluşan seçici kurul, 54 dosya arasında yaptığı değerlendirme sonucunda;
 
Ödülün  ”Evham Alyansı” adlı dosyasıyla  Murat Acar’a verilmesine karar vermiştir.
 
Jüri Özel Ödülü ise, Barış Yıldırım’ın ”Aslım ve Suretleri” ve Ercan Y. Yılmaz’ın “Yürüyen Siyah”adlı dosyalarına verilmiştir.
 
Seçici Kurul, ödül alan dosyaların yanı sıra; Ramazan Aydın, Müslüm Çizmeci,
Veli Düdükçü, Ozan Kaçar, Bilal Nergizli, Çağrı Çığ Sığırcı, Mehmet Sümer ve Rahman Yıldız’ın adlarının anılmasını kararlaştırdı.
 
2011 yılı içinde yayımlanan ilk şiir kitapları arasından sorgu yöntemiyle tespit edilen “İlk Kitap Özel Ödülünün, “Kusurlu Bahçe”  ile Mehmet Said Aydın ve yayımcısı 160. Kilometre Yayınları’na verilmesine karar verildi.
 
Ödül kazanan dosyanın, ödül yönetmeliği gereğince 2012 yılı içinde, telif ücreti de ödenerek kitap olarak basılacağı açıklandı.
 
Ödül töreninin 5 Mayıs 2012 Cumartesi günü saat 19.00’ da Buca Protestan Baptist Kilisesi’nde (Erdem Cad. No:86, Buca) yapılacağı belirtildi.
 
 
Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü
Düzenleme Komitesi ve
Mayıs Yayınları
adına
 
Suat Çelebi
Kategoriler:güncel, Şiir

Bünyamin K. yazdı…

15 Mart 2012 Yorum bırakın

“Yayınevlerine şiir kitabı yayınlamaları hususunda her zaman minnettarız. Çünkü şiir kitapları yayınevleri için maddi bakımdan getirisi olmayan kitaplardır. Yayınevlerinin yanı sıra kendi çabalarıyla kitap yayınlayanlara iki kez minnettarız. Bu kitapların şiir anlamında makbul ve şiiri yenilikleriyle dik tutan kitaplar olması da söz konusu. Bu kış bu kalitede kitapar okudum. Ersun Çıplak / Eksik Emanet, Osman Erkan / Diltozu, Salim Nacar /Aralık. Adana’da yayınlanmakta olan Karayazı Edebiyat Dergisi’nin şairlerinden bu üç isme, şiirin tozunu, isini atan kitapları için ve kışı yepyeni şiirlerle geçirdiğim için okurluğum adına teşekkür etmeliyim. Bu kış okuduğum Alper Gencer’in Dergah Yayınlarından çıkan dört beyaz kitabı da şiir için birer kâr idi. ” Tamamını okumak için tıklayınız…